5 Kasım 2007 Pazartesi

Ah o Eski Yayla Günleri

Zaman mı yoksa insan mı nankör bilinmez ama içinde yaşadığımız hâlin umutsuzlukları, hayal kırıklıkları ve bazen de zorlamaları içimizde geçmişe dair özlemlerimizi depreştiriverir kimi zaman. Zira gelecekte ne olacağını şimdiden kestirmek hayli güç bir iştir bizim için. İnsan neden geçmişe özlem duyar ki? Belli ki onun yapmayı tasarladığı ancak gerçekleştiremediği şeyler olmuştur. Yahut, hiç bitmesin istediği heyecanlara, keyifli vakitlere şahitlik etmiştir lâkin artık onu bugün bulabilmekten uzaktır. Hâl böyleyse şayet, zamanın suçu değildir bu iş. Bazen de insanın, yani bizim olmalı. Gündemimin sınırlarını başkaları belirliyorsa yediğim ekmeğin cinsine varana kadar, bunda benim suçum ne ola ki? Ha bugün bari meraklısına sormasam mutfak tüpüne zam gelip gelmediğini. O halde ne zaman nankör ve suçlu, ne de ben…

Geçmişe derin bir âh edecek kadar yaşlı değilim ben. Öyleyse tercüman olayım pak yürekli bir Anadolu kadınına. Annemin hasretle yâdettiği Noras eteklerindeki Erikli Yaylası’nda geçirdiği adamlık dolu, saflık dolu, gündüz güneş, gece ay ve yıldız dolu çocukluk ve gençlik günlerini yazmak bana vacip olsun. Şöyle başladı anlatmaya:

‘‘Biz Erikli yaylasına Mayıs ayı geldi mi giderdik. Tam Mayıs’ın altısında. Beni bir heyecan alırdı ki sorma. Dere’de lazım olan ne varsa götürmesi kolay, pür telâş onları hazırlamaya koyulurduk. Heybelere yiyeceklerimizi, içeceklerimizi doldurur, kalburlarımızı, eleklerimizi yüklerdik eşeklere. Tavuklarımızı da ayaklarından bağlar baş aşağı asardık. Güneş doğmadan da yola koyulurduk. Öyle şimdikiler gibi zeval vaktinde kalkmazdık yataklarımızdan. Beni o gece hiç uyku tutmazdı sabaha kadar. Pek severdim Erikliyi. Koyun ve keçilerimiz olurdu sürüyle. Sonra Çukurluk ve İkisivri üzerinden Uluyol’a (Beyşehir Yolu) uzanırdık. İki buçuk saat kadar yol gidip Fındıklık’tan Manastır’a, oradan da Erikli’ye varırdık. Manastır’da yörükler otururdu o zamanlar. Bir sürü develeri ve kıl keçileri olurdu onların. Burasıyla yaylamızın arası dere tepe yarım saat çekerdi. Erikli, bir dere yatağının üzerinde geniş bir düzlüğe oturan on iki haneli bir yayla. Etrafı tamamen yaylağanlarla kaplı fundalıktı. Bizim ve komşularımızın evleri sıvasız taş yapılıydı. Sadece oda içleri çamurla sıvanırdı. Duvarlar yapılırken taşların arasına çamur bile konulmazdı. Damlar ince ağaç dallarıyla kapatılırdı. Senin anlayacağın Allah’a emanetti hepsi de. Tek odalı yayla evinin içinde şömine mutlak olurdu da biz buna ocak derdik. Soğuk günlerde hem ısınmak hem de yemek yapmak için kullanırdık. Evin hayatında ‘‘sayalık’’ vardı. Sayalık ne mi? Hayatın etrafını çevreleyen duvarla onun üstüne derdik. Duvar üstlerine içerisi görünmesin diye çalılar konurdu. Hayat kapısı meşe dallarından yapılırdı. Yayla evlerinin kapısı bile olmazdı o zamanlar. Sonra her hayat içinde ‘‘gernal’’ bulunurdu. Babam şöyle iki metre kadar uzunluğunda sık dallı bir çam kesip getirir bunu hayatın uygun bir yerine sağlamca dikerdi. Gernalın kollarına ‘‘kırkparalık’’, ‘‘ikikuruşluk’’ ve ‘‘üzlük’’ diye tâbir ettiğimiz çömlek çeşitlerini, maşrafaları, işte ufak tefek gereçleri asardık. Gernal her sene yenilenir eskisi de yakacak olarak kullanılırdı. Oralarda o zamanlar gür ormanlar vardı. Dile kolay bu anlattıklarımın üzerinden neredeyse altmış koca sene geçmiştir belki. Neyse, yüklerimizi eşeklerden indirir eve göçerdik. Duvarları, hayattaki ocağı ve ‘‘bastırık sekisi’’ni cilalayarak işe koyulurduk. Bastırık sekisinin üzerine tuluk, peynir kesintisi ve iravaklar bastırılır ve orada dururlardı. Yaylanın orta yerinde tek bir tandır olur ve bunu yayla sâkinleri ortak kullanırlardı. Pek güzel yardımlaşma olurdu. Sonra üstümüzü başımızı değiştirir doğruca koyun keçi şağmaya giderdik. Sütleri eve getirir üstüne iravak, altına da peynir yapardık. Her sabah gün doğmadan çalı getirilirdi dağdan. Öğle olunca komşularla muhabbet başlardı dedikodusuz. Bu, yayladan dönüşümüz olan 29 Ekim’e kadar devam ederdi. Güzün başı sayardık Ekim’in sonunu. Aynı günlerde koyun seçimi olur, yaz çobanı köyüne döner, kış çobanı kalırdı yaylada. Tandırda mis gibi ekmek yapardık değişik vakitlerde. İt ekmeği dahi yapardı herkes çoban köpekleri için. Bizim köpeğimizin adı şındıllıydı. Tavuklarımız desen hiç durmadan altın sarısı içli yumurta yumurtlarlardı. İkiden aşağı da ineğimiz olmazdı. İki inek, iki de dana. İneklerimizin adı da nazlı ve telli idi. Güze kadar peynir, güz yaklaşınca da yoğurt yapardık. Bunların fazlası satılırdı.

Ha, aklıma geldi şimdi. Babama Bedestende bir teneke dolusu yağ karşılığında on tane koka vermişler de bunu bir ömür boyu anlatmıştı. İşte böyle demek ki o zamanlar bizim yaptıklarımızın karşılığı böyleymiş. Gün dönümü zamanı koyunlar, keçiler kırkılır, yünleri eğrilir ip yapılırdı. Yaylaya aşağılardan birinin geldiğini duyunca çocuklarla hep bir olur ve bağırmaya başlardık:

Aşağı evden adam aştı

Torbasından un taştı

Nereden geldin koca başlı

Bu, gelen misafiri karşılama şeklimizdi bizim. Gelen kim olursa olsun bu sözlere hiç mi hiç alınmazdı.

Akşam olup da hava kararmaya yüz tuttu mu yaylanın orta yerinde çoluk çocuk, kız kızan bir araya gelir, bazen ateş yakar bazen de idare lambasının çevresinde yerimizi alırdık. Günün en güzel vaktiydi bu vakitler. Yıldızları seyrederdik gökyüzünden gözümüzü ayırmadan. Ne vakit sonra karılar, şu yıldız şuraya geldi, haydin yatsı oldu derlerdi de isteksizce kalkardık yerimizden. Bu, namazın ardından uyuma zamanı mânâsına gelirdi. Nerede öyle televizyonlar, radyolar. Ben ilk defa radyoyu gördüğümde on iki yaşındaydım. Hacıların Mehmet Ağa’nındı radyo. Aklım bir türlü almamıştı sesler nasıl geliyor diye.

Sabah yine güneş doğmadan kalkılır ve yaylanın bütün inekleri keşik usulü Gökpınar’a götürülürdü. Her keşik ikişer kişi olurdu. Buz gibi suları olan pınarları vardı buraların. İki büyük kaynak suyu. Zaten aşağı derenin suyu da hiç eksilmezdi. Hatta oturduğumuz odanın duvar diplerini küçük bir ırmak şeklinde kazardık. Ortasına yatmadan evvel döşekler serilirdi. Öyle çok su çıkardı ki, bunu yapmazsak büsbütün ıslanmak içten bile olmazdı. Çamaşırlarımızı lor suyuyla yıkardık. Ne tuhaf değil mi? Deterjan nedir bilen yoktu. Kalıp sabun da kullanırdık.

Yaylada pek çok yılan olurdu. Bir sürü de yaban kedisi. Dolanır dururlardı etrafta. Ben en çok gakkabırak gakkabırak öten keklikleri severdim sarı Pınarın başında. Geleniler olurdu adam görünce hemen kaybolup giden.

Değirmendere’li Çoban Kırış sırtında kepenekle yanık yanık kaval çalardı. Yalnız bir adamdı. Manastır’daki yörükler misafirliğe bize gelirlerdi, biz de onlara giderdik. Annemin kardeşliği Emine adında bir kadındı. Beni deveye bindirirdi.

Sonra en hüzünlü vakit gelip çatardı. Dönüş. İçime ayrılık acıları çökerdi Ekim sonu gelince. Yayladan inerken en güzel kıyafetlerini giyerlerdi genç kızlar. Atlar süslenirdi. Ne Bizim, ne de öteki yaylacıların atı vardı ama nereden bulurlardı bunları hâlâ bilmem. Gençler atlara, yaşlılar da eşeklere binerlerdi.

O günlerde içimiz dolu ferahtı. Hep huzur vardı. Vallahi anlatılmaz bir şeydi bu. Bayramlara denk gelen günlerde sorma şekerden başka bildiğimiz bir şey olmazdı. Çay, kahve bilmezdik. Çay şekerini bile nâdiren görürdük. Başımızda kara çalık, üstümüzde dokuma veya kumaş camadanla şalvar, ayağımızda çarık. Babam Altınapa Değirmeninde çalışırdı. Ara sıra ta oralardan Erikli’ye yürüyerek çıkar gelirdi. Son defa Erikli’ye güzün bir yayla dönüşü uzaklardan baktığımda on dokuz yaşında genç bir kızdım. İşte böyle, ele geçmez günler yaşamışım oralarda. İyi ki de yaşamışım…’’

Annem bunları gözleri dolu dolu anlattı evimizin balkonunda. Gedâvet vardı. Tarifsiz bir özlem vardı geçmişe. Babam ağlıyordu kimselere belli etmeden…

(Meram Dergisi Eylül-Ekim-Kasım 2001, 9. sayıdaki yazımız)

26 temmuz 2001

0 comments: