26 Aralık 2014 Cuma

Hadîka-yı Marifet Mektebi

0 comments

Hadîka-yı Marifet Mektebi Konya’nın Meram semtinde eğitim-öğretim veren bir eğitim kurumuydu. Okulun ne zaman tesis edildiği bilinmemekle beraber Ferid Paşa’nın valiliği sırasında açılan okullardan birisi olduğu sanılmaktadır. Konya’nın sayfiyesi olan Meram’da Hadîka-yı Marifet Mektebi’nden başka eğitimöğretim vermekte olan iki okulun daha isimlerine rastlanmaktadır. Bunlar; Sayfiye ve Cedidiye mektepleridir. Sayfiye Mektebi’nin 1901 yılı imtihan-ı umûmi cetvelinde üç sınıfı ve hazırlık şubesinde okuyan 30 erkek öğrencisinin bulunduğu görülmektedir. Bu okula ait 1905 yılı imtihan cetvelinde mevcut birinci sınıf ile hazırlık ve inas şubelerinde 16 erkek ve16 kız öğrencinin kaydı görünmektedir. R.1322/M.1906 Konya Salnâmesi’ne göre Sayfiye Mektebi’nde Yahya Efendi adında bir öğretmen görev yapmakta ve okulda 39 öğrenci bulunmaktadır364. Aynı kaynakta ismi geçen Cedidiye Mektebi’nde ise mevcut 29 öğrenciye ders veren Hakkı Efendi adında bir öğretmenin kaydı yer almaktadır. Bu iki okulun açılış ve kapanış tarihleri ile ilgili hiçbir bilgiye ulaşılamamıştır."
Notlar: Alıntı, Kerim Sarıçelik'in Konya'da Modern Eğitim Kurumları (Çizgi Kitabevi, Konya) adlı kitabından yapılmıştır. Üstteki fotoğraf semboliktir.

25 Kasım 2014 Salı

Dutlu Kırı Suyu

0 comments
Şehrin her tarafına aynı evsafta su temin çabası..
Yeni Meram Gazetesi, 1956




26 Ekim 2014 Pazar

Meram Bağlarına Şiirler

0 comments

 
Mazhar Sakman-Konya Divanı/Konya Methiyesi

ALİ MUHLİS BEY (1811-1852)
“Getirmiyor dile hiç, arzuyu bağı vatan,
Safavü neş’ei haletfezayı bağı Meram.
Bütün Meram’ım icra ederken anda müdam,
Eder mi Konya’lı terkü fedayı bağı Meram…”
**
DEVELİ DAYLAK TÜRKÜSÜ
“Eremedim mevasına “vefasına” dünyanın,
Bülbül konmuş sarayına Konya’nın aman aman Konya’nın,
    Develi Daylak, Severler Aylak,
    Sen kimin yarisin, Her yanın oynak.
Develinin acem şalı belinde, aman aman belinde,
Develi kız hovardalar elinde,
    Develi derler, Gerdanda benler,
    Seni seven kimler, Sevmiye yazık,
    Altun bilezik, Kollar pek nazik.
Uzamışsın hay sevdiğim dal gibi aman aman dal gibi,
Gelin geçen selam vermen el gibi aman aman el gibi,
    Meram yolunda, Heybe dalında,
    Uçkur belinde, Kendi halinde,
    Kızlar kolunda, İşler yolunda.
Çek deveci develeri lemse’ye aman aman lemse’ye,
Konyalılar püskül salmış enseye aman aman enseye,
    Ak daylak daylak, Severler Aylak,
    Sen kimin yarisin, Her yanın oynak,
İnce nigarsın, Ehli kibarsın, Aman pek cansın.
Çek deveci develeri harıma aman aman harıma,
Yük vurmuşlar küçücükten toruma aman aman toruma,
    Deveci derler, Pek nazik eller,
    Seni saran kimler, Tombulca kollar,
    Hoş olur dullar, Dökülsün pullar.
Deveci giderse bende giderim aman aman giderim,
Develi kız uğruna bir kan ederim aman aman ederim.
    Gel asumanım, Kaşlar kemanım, Hünü yosif’sin,
    Ehli kibarsın, Aman pek cansın, Saat koynunda,
    Şişe elinde, Aptutol’unda, Rüver belinde.
**
EMİN OĞLAN TÜRKÜSÜ
Kunduranın ökçesine basdılar,
Kollarını arkasından kasdılar,
Kel Emini şu derecede kesdiler,
    Esme rüzgar yolda yolcum var benim,
    Aman şuralarda civan boylum var benim,
Mevtimi yüklettiler kağnı´ya,
Çok yalvardım kabul olmadı Tanrı´ya,
Benden selam söyleyin onyedi benliye,
    Derde derman, yareye merhem kalmadı,
    Çok çağırdım arkadaşlar duymadı.
Allah, Allah diye girdik döğüşe,
Süngümüzün ucu battı gümüşe,
Kurşun geldi, girdi kara Dervişe,
    Esme rüzgar yağma yağmur yolda yolcum var benim
    Şura, şuralarda bura buralarda kömür gözlüm var benim,
Yine Celallandı Meram Bağları,
Bize mesken oldu aman hapis damları,
İdam vermiş bize İzmir Beyleri,
    Derde derman, yareye merhem kalmadı.
    Çok çağırdım, çok bağırdım, aman arkadaşlar duymadı.
Eğrim büyrüm Bermende´nin yolları,
Kardan beyaz o hanımın kolları,
Arap ile Farsça söyler dilleri,
    Esmede rüzgar yağmada yağmur,
    Yolda´da yolcum var benim,
    Şura şuralarda bura buralarda,
    Civan boylum var benim.
Cezayir´in Harmanları savrulur,
Savrulurda sağ yanına devrilir,
Bize kısmet Akşehir´den verilir,
    Derde de derman, yaresine merhem olduğum,
    Çok yalvardım çok söyledim aman kurban olduğum.
**
İNCE ÇAYIR TÜRKÜSÜ
İnce Çayır biçilir mi,
Sular ayaz içilir mi,
Bana yardan vazgeç derler,
Yar tatlıdır geçilirmi aman,
(Sazlar durur mani başlar, maninin sonunda)
             Aman ben yandım, paşam ben yandım,
             Ellerin köyünde şaşırdım kaldım.
Aman ördek yeşil ördek,
Kanadını deşir ördek,
Çift gidersin tek gelirsin,
Hani senin eşin ördek aman.
(Sazlar durur mani başlar, maninin sonunda)
              İa, ia, ia anam ben yandım,
              Meram bağlarında eğlendim kaldım,
              Kız senin gelir diye sözüne kandım.
Elinizden, elinizden,
Kurtulayım dilinizden,
Yeşil başlı ördek olsam,
Sular içmem gölünüzden aman,
          Aman ben yandım,
          Beyim ben yandım,
          Bir vefasız yar için,
          Bağlandım kaldım.
Kırılmış ağaç başım,
Yıkılmış köşe taşım,
Kınamayın hey ahbablar,
Ben beş oğlan kardaşıyım.
           Aman ben yandım,
           Paşam ben yandım,
           Meram bağlarında,
           Şaşırdım kaldım. 
**
MATLUBİ (öl. 1888)
1.                        2.
Bin ikiyüz doksan gelmedi bahar,    Esat paşa gibi gelmedi Vali,
Kullar kusurunu çekecek zahar,        Beş vakit duacı ona ahali,
Niyazım hakkadır, hem leylünahar,    Fukaraya muin olsun kemali,
Sair yıla nişan oldu bu sene.        Arslan paşa medar oldu bu sene..
3.                        4.
Baştan azdı, yine Bakkal esnafı,        Gözler kaldı, fukaranın malında,
Büyüğün, küçüğün yoktur insafı,        Kimi odun, tezek çeker, dalında,
Yılda fasulyenin olmazdı lafı,        Molla hünkaroğlu kendi halinde,
Okkası dört kuruşu çıktı bu sene..    Odunsuz, kömürsüz kaldı bu sene.
5.
Meram bağı oldu, tahtalı dağı,
Kesip yaktılar, pelit ve kavağı,
Verdiler hayvana odun ufağı,
Meram’da sahrasız kaldı bu sene…

**


10 Eylül 2014 Çarşamba

Annah! Dimissim

0 comments

Konya kültürü üzerine söz sahibi olan ender insanlardan biri de İsmail Detseli’dir. 1945 yılında Konya’nın meram ilçesine bağlı eski adı Gilistra (yeni adı Gökyurt)’da doğdu. Fakir bir ailenin çocuğu olan Detseli, ailesine katkı sağlamak için çiftçilik, ırgatlık yaptı. 1960 da köyünün geleneklerine uyup köylüleri ile beraber İzmir’e çalışmaya giden Detseli, 1971 yılında memleketine geri dönerek çiftçilik yapmaya başladı. Bura da Esma hanım ile evlenen Detseli’nin…çocuğu bulunmaktadır.

19978 yılında Konya’ya göçen İsmail Desteli MEDAŞ’a girdi ve bu kurumdan 1994 yılında emekli oldu. Konya kültürü ile birikimlerini Memleket gazetesinde Konya sevdalılarıyla paylaşmaktadır.

TYB Konya Şubesinin30 Ağustos 2014 Cumartesi günü İl Halk Kütüphanesinde yapılan konferansın konuğu, Konya Kültürünün duayenlerinden İsmail Detseli idi. İsmail Detseli, 26 Ağustos Malazgirt ve Sakarya Savaşlarıyla, yine 26 Ağustosta başlayıp 30 Ağustos’ta düşmanı kat’i bir şekilde yenilgiye uğratan Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde şehitlerimize ve vefat etmiş olan gazilerimize Allah’tan rahmet dileyerek başladı. “ Ulusumuzun var olma mücadelesi verdiği 30 Ağustos Zafer bayramını kutluyorum, vatan için canını veren şehit ve gazilerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Vatanı cennet makamı âlî olsun.”

İsmail Detseli, Konya Yazarlar Birliği Başkanı Mehmet Ali Köseoğlu ve ekibine de konuşma fırsatı verdiği için teşekkür etti. Konya Mahalle mektebine yazdığı “Annah demişim!” makalesinden dolayı böyle bir programa davet edildiğini belirten Desteli, annah dimissim! tabirini açıkladı ve başından geçen ilginç olayları Konya ağzıyla bizlere aktardı.

“Annah dimissim: Konya halkı arasında hayret ve korku ifade eder. Yöresel olarak bazı ağız değişikliğiyle, kimi “annah” kimi “aroo” kimi “annah dimissim” der. Bizim köyümüzde annah dimissim diye bir ifade duymadım; ama Konya’da çok duydum.

1958 yılları idi. O zaman vasıta yok. Konya’ya merkeplerle gidip geliyoruz ve 40-50 km yol kat ediyoruz. Oradan hazırladığımız emtiaları; patatestir, soğandır gıda maddelerini merkeplere yükleyip getirip Konya’da satıyoruz, buradan da ihtiyacımız olan şeyleri alıp köye dönüyoruz. O yıllarda Konya’nın çöplüğü bugünkü Karahöyük denilen yerin sağı, askeriyeye doğru uzayıp giderdi. O yılların yollarını bir düşünün! Yol yok, iz yok. Yeni gelmiş Mersedes çöp arabaları var, üstten kapaklı. Tabii onlar bizim yanımızdan gelip geçiyorlar, inanır mısınız çöplüğün oradan Et-balık Kurumuna geldiğimizde insanda renk cümbüşü oluşurdu; hatta önümüzdeki hayvanlarda bile. Kimisi gri olur, kimisi havanın ve yolun durumuna göre renk değiştirirdi. Bir de yol boyu, o Hatip caddesi dediğimiz yol boydan boya sıra iğdelerdi. Baraj olmadığı için dağlardan inen sular ekinleri basmaması için tarların kenarına sıra sıra iğdeler dikilirdi. Halk bu bölgeye sıra iğdeler adını vermişti. O yola girdikten sonra geri dönmezsin, kamyonlar bu yola girdikten sonra üstümüz başımız toz olurdu.

Kovanağzı, bu günkü Atiker Petrolünün oralar, çayında geçtiği yer. Selbasan deniliyor. Selbasan’nın kavunu karpuzu çok güzel olurdu. O dönemde dağlarda davar çoktu. Yağmur suları sepesini, hayvanların gübrelerini Selbasan’a doğru getirirdi. O tarlalarda verim çok olurdu. Mahalle isimleri mutlaka bir şeylere dayanıyor. 1978’de Lalebahçe’ye geldiğim zaman mahallede çok yaşlılar vardı: İbonun Ömer, Kaynakçının Ömer vs. Ben bunlarla otururdum. Onlar anlatırlardı, Kovanağzını. Eskiden meramda büyük ağaçlar varmış, kovan ağaçlar. Bu Atiker Petrolünün orada, onları keserler, toprağı kazarlar, oraya ağaçları büz olarak yatırırlar, suyu isale ederlermiş o bahçelere. Hatıp’tan başlar, Lalebahçe’ye kadar her taraf bahçe, yerleşim alanı yok. Varsa bağ evleri var, her taraf bahçe. Biz Et-Balık Kurumuna geldiğimiz zaman tarlarla girer ağaçların yapraklarını kopararak üstümüzü başımız çırpardık, kendimiz ve hale götüreceğimiz mallar temiz oldun diye. O Kovanağzın’dan suyu isale ettikten sonra buraya büyük kovan ağaçları döşedikleri için “Büyükkovanağzı” adı veriliyor, ondan sonra daha küçük kovanlar yerleştirildiği için küçük kovanların bulunduğu mahalleye su veriliyor. Onun için o mahallenin adı Küçükkovanağzı olarak kalmış. Ekmekkoçu; çok verimli tarlalara sahip olduğu için ekmeğin koçu buradan olur dedikleri için o mahallenin adı “Ekmekkoçu” olarak kalmıştır, derdi o büyükler.

Müstantık

Yağmurlu bir gün Konya’ya geldik, hale indirdik mallarımızı. Tesadüf bahar ağzıydı kar yağdı. O gün gece şiddetli bir yağmur yağdı. Sabahı gelenler sorduk; oradan gitmeniz imkânsız dediler. Hasanköy tarafından gidin, dediler. O yöreyi pek bilmiyorum; ama yanımda büyükler var. Herkesin de iki merkebi var. Hasanköy bahçelerine geldiğimiz zaman bir kalabalık gördük. Etrafta jandarma var. Bizim köylüler dediler ki “Sen dediler merkeplere bak. Kalabalığa bir bakalım ne var?” İçlerinde en küçük olduğum için merkepleri bana bırakarak hepsi oraya gittiler. Ben daha 11 yaşında bir çocuğum. Meraklı adamım, durur muyum? Kimini urganından kimin yularından eşekleri bir birine bağlayarak ben de gittim onlarla beraber. Hatta onlardan da önce gittim. Bir baktım bir adam oturmuş bir şeyler yazıyor, bir kadına soruyor: “Olayı nasıl gördün, hanım?” Kaç gardaşım, nasıl gördünüz? İki gündür adam ağzının ganıyla yatıyor ya!” Yahu ben sana ne sorarsam ona cevap ver. Kadı, “Mahvettiniz adamı ya!, iki gün adam yatır mı” Adam, “Yahu kadın, ben sana ne soruyorsam ona cevap ver” diyor. Kadın, “…herif bir tarafa ben de bir tarafa yamıştık. Tüvek mi tabanca mı bir şey güm didi, böyle soluma döndüm bi baktım, bu adam suyun içine cumm!diye düştü.” Adam, “Hadi senin gocan vurduysa” diyor. Kadın, “Benim gocam garşımda oturuyor, ne zaman dabanca atacak.”diyor, adamı azarlar gibi konuşuyor.

Şimdi adam vurulmuş, çözmeye çalışıyorlar. O zaman bizim zamanımızda biz hâkimi savcıyı bilmediğimiz için müstantık gelecek, derdik. Böyle önemli olaylara 4-5 günde gelirdi. Bizim köyde kadın kendini astı, müstantık 2 günde geldi. Vasıta yok, gelen yok, ilgilenen yok. Bildiğin cenaze kokardı.

Kadın o düşüşü anlatırken hâkime defalarca bunu söylüyor: “Cumm! Diye suya düşünce annah dimissim!” herife çağırdım; kalk lan şunu kaldır dedim, kaldırdı. Böğründen kan akıyordu böngül böngül. Adamı galdırdık arka üstü yatırdık, adam ölmüş.” diyor. Adam, “senin gocan vurduysa!”, “Ülen reis benim gocam ne zaman vuracak? Karşımda oturuyordu dedik ya!” Tabii bu arada kadından ifade almakta güçlendi adam. Etrafına bakındı. O yıllarda köylünün giyimiyle şehirlinin giyimi çok değişikti. Bakışlarını bizim köylülere yöneltti. Dediler ki buraya merak için geldik. Jandarma bizim köylülerin hepsini birkaç kadın birkaç erkek bir araya topladı. Köylüler yalvarıyorlar; “Başefendi, biz bildiğin adamlardan değiliz. Köylüyüz dediler, dertlerini anlatmadılar. En sonunda dediler ki “Bak şu çocuğa bıraktık merkepleri biz bakması için. O da gelmiş. Buna sor dediler.” Bana sordular:

-“Sen nerelisin?”

-Gilistralıyım”

Bunları tanıyon mu?

 Şu kim? Hatce yenge, şu kim? “Kör İsa.” dedim. Jandarma, “Eğer bu çocuk olmasaydı hepinizi nezarete tıkıp sabaha kadar yatıracaktım. Dua edin buna. Gidin malınızın başına! Meraklanmayın, böyle şeylere!” dedi. Biz oradan çıkıp gittik… Annah dimissim.

Bunu Mehmet Eli Bey bir program hazırlayalım deyince, “Mehmet Ali Bey, bunu allayıp süslesek 10 dakikada biter, dedim” O da senin kesede boldur, bir şeyler çıkarırsın, dedi.

Tuz kesesi:

İsmail Detseli, Tuz Kese ile ilgili hikâyeyi şöyle anlatıyor: “Şimdi kese deyince aklıma bir şey geldi. Bizim hanımın bir dayısı var Allah uzun, sağlıklı ömür versin 1926 doğumlu. Halen yaşıyor. O da bizim gibi Konya’ya geliyormuş bir gün. Kese Türk insanının yaşamında çok önemli. Para kesesi var, peynir kesesi var, ayran kesesi var, süt kesesi var, yoğurt kesesi var, ateş kesesi bile var. Ateş kesesi ne diyeceksiniz? O zaman böyle çakmaklar filan yok. Kav çakmağı olacak, onu adam keseye koyar nem almasın diye. Cebinin en kıymetli yerine koyar ki ateş tutacak gittiği yerlere. 1942’li yıllar. Anası yalvarmış, “Aman Kazım kuzum! Konya’dan her şeyi unut; ama tuz almayı unutma!” Her şeyini tuzla muhafaza edecek bir de yemeğini yapacak. Ayıptır söylemesi, davarlar da tuz ister. On beş günde bir tuz vermek gerekir. Tamam, der. Ama kazım biraz korkusuz yetişmiş astığı astık, kestiği kestik. Keseyi almış, beline bağlamış anasının tuz isteğini unutmasın diye. Sabahleyin Kozağaç yakınlarına gelmiş. Bir bakmış ağaçta arı oğul vermiş. Adam maceraperest ya, hemen anasının kesesini belinden çıkarmış, arı oğulunu keseye koymuş. Ablası varmış yanında benim kayın validem. Ablasına sen merkepleri sür gel, ben arıyı satmaya gidecem, Kapı Camisinin oraya.” demiş. Varmış Kapı Camiinin oraya arı satarım, arı satarım! Diye bağırmaya başlamış. Arıyı kim alacak kapalı kesenin içinde? Durmuş, durmuş aklı başına gelmiş. Öğle olmuş, arıyı satamamış. “Ülen Konyalılar! Alacaksanız alın, anam tuz al demişti bu keseye. Ben bu keseyi buraya boşaltacam.” Demiş. Ulen dur, yapma! demeye kalmadan keseyi boşaltıvermiş. Birkaç kişiyi arı sokmuş. Ararlar tararlar ama bulamazlar. Kazım yok, Kazım kaçmıştır. Bizim keseden inşallah arı çıkmaz. Çok bilge de olmamak lazım.

Mollaların çobanı imtihanı

Medrese yıllarında 8-10 talebe yetişmişler icazet almışlar memleketlerine geri dönüyorlarmış. Kırsalda bir çoban görmüşler, pir-i fani bir adam. Koyunlarını otlatmış, suyun başına yatırmış. Mollalar geriden düşünmüşler, demişler ki “Şu adama ayetten hadisten bir şeyler soralım. Eğer bilirse geçelim gidelim. Bilmezse bize bir çebiç veya toklu kessin yedirsin.” Varmışlar, “Selamün aleyküm Amca!” demişler. Adam, “Aleyküm selam!” diye karşılık vermiş. “hadisten, ayetten haberin var mı, sana bir şeyler sorsak bilebilin mi?” O da “Sorun bakalım” der. Mollalar bir ayet okurlar ve “Allahü zülceleal filan surenin filan ayetinde kullarına ne der?” diye sorarlar. Adam cevher, tak tak sorulara cevap verir. Mollalar Allaha ısmarladık, deyip gitmek isterler. Çoban da “Yo! Gitmek yok. Durun bakalım” der. “Sizin niyetinizi ben okudum. Eğer ben bilemeseydim siz benden bir toklu isteyecektiniz, kestirip yiyecektiniz. Şimdi ben size bir soru soracam. Eğer bilirseniz size bir çebiç veya tokluyu kesip yedireceğim. Eğer bilemezseniz şu elimde gördünüz çeğmeci yetişebileceği yere kadar bununla döveceğim sizi.” der. Mollalar nasıl olsa bu adam yaşlı bize yetişemez, kaçarız diye düşünürler ve çobana “haydi sorunu sor amca” derler. Çoban onlara şu soruyu sorar: “Çok basit bir soru soracağım, beş vakitte kaç Allahü ekber var? Mollalar birbirlerinin yüzüne bakıp hep birlikte kaçmaya başlarlar. Adam yetiştiği yerde sopayı indiriyor onların sırtlarına.  Koşarak bir rampaya varmışlar, birisi dönüp bakar, adam geliyor mu hâlâ”diye

“Yok ya, oturmuş, gelmiyor.” der. Ötekiler, iyi ki de teravide kaç Allahüekber var? diye sormadı. Eğer onu sorsaydı köyümüze kadar dövecekmiş adam bizi.”derler.  Şimdi öyle değil mi İsmail Hoca, bunu her yerde de söylüyorum, beş vakitte kaç Allahü ekber var? Ya bana sorarlarsa sen biliyon mu diye sorarlarsa. Ben bunun tatbikini yapayım, dedim ve oturup saydım. Beş vakit namaz kıldım, fazları oturup Allahüekberleri saydım. Beş vakit namazda 94 Allahü ekber var. Salat-ı Vitri de koyarsanız 112 Allahü ekber var. Birisi sorarsa mahcup olmayayım diye bunları öğrendim.

70’li yıllar… Ağzın torbaya yakın

Şimdi 1970’li yıllara geleceğim. 1970’li yıllarda Konya’da bir furya esiyor.  At, katır eşek İtalya’ya ihraç ediliyor. Güz mevsimi geldi mi insanlar bakıma muhtaç hayvanlarını araziye salıveriyorlar. Tabbi bunları parasız alıyorlar. Bazılarına da para ödüyorlar. İhracat bol, kârı bol... Köye gönderiyorlar. Üç sene filan sürdü bu Konya’da. Ben İstanbul, İzmir’den döndükten sonra Evdireşe yakınlarında bir arkadaşım vardı, vefat etti. Allah rahmet eylesin. Konya’ya ona misafir geldim. O da süt topluyor, getirip mandıraya veriyor sütü. O yıllarda Konya’ya gelmek çok zordu. Ya at arabasıyla gelecek, ya merkeple gelecek. Vasıta da pek yoktu. Ahım şahım dolmuşlar zaten yok. Bu arkadaşım, Süt toplayacağım İsmail, sen evde otur, dedi. Tabii ben evde kalmak istemedim; “Ben de seninle geleyim!” dedim ve birlikte süt toplamaya çıktık. Yaylapınar, Karaslan, Hasanköyü dolaşıyoruz. Hasanköy’de bir eve geldik. “Ağa, sana bir arkadaş getirdim.” dedi, arkadaş espri olsun diye. Ağa, “Hüseyin misafirin kim lenn!”dedi. O dedi ki “Gilistralı arkadaşım, asker arkadaşım.” Ağa, “Şöyle yanıma doğru gel yaren, hoş geldin!”dedi. Hüseyin, ağa bunun adı da İsmail” dedi. Nerdensin dedi. Ben Gilisralıyım, dedim. Gilistra nerde? Dedim, “Meram’ın şu yukarında, dağların ardında, dağ köyü.” Dedi, “Mağaraların olduğu yer mi lenn.” orası, dedi. “Ulen sen çok kibar konuşuyon.”dedi. Arkadaşım Hüseyin benden evvel devreye girdi, “Efendim arkadaş İstanbul’da, İzmir’de kaldı” dedi. “Ulen yaren, sen iyi sohbet edecek adamsın, ağzın torbaya yakın amma.” Dedi. Ağzın torbaya yakın demek, o zaman iyi okuyan, iyi konuşan insan demekti. Bazıları derler ki ağzı torbaya yakın, hayvan mı bu len? Ama o zaman ağzın torbaya yakın, konuşmaya elverişlisin, demekti. “Ağzın torbaya yakın amma, köyün uzak, yerin uzak.” Dedi. Hüseyin dedi ki “Benim arkadaşı çok sevdiysen, ben sütü toplayayım, mandıraya yıkıp gelinceye kadar arkadaşımı sana bırakayım.” Bana, “kalır mısın?” diye sordu. Kalırım, dedim.”Ülen keşke bırak da hiç gelme haftalarca hay gidi!” dedi. Arkadaşım çekti, gitti. Şimdi adam benim kolumdan tutu. Evin içerisinde büyük bir avlu var. Çardaklar var, samanlıklar var, zahire ambarı var. Adam dedi; “Gördün mü hoca efendi buraları, ben buraların ağasıyım. Dönüm dönüm tarlam var, ama çocukları buraya uyduramam.”dedi. “Hepsi kaçtılar gittiler. İşte burada tarlaları icara veririm, icarı getirirler, şuraya yıkarlar, saman getirirler buraya yıkarlar. Bir ineğimiz bir de atımız olursa onla takur tukur idare ediyoruz.” Dedi. Her tarafı gezdirdi bana. Gezdirirken başımdan geçen bir olayı sana anlatayım, dedi. Anlat Ağa! dedim. Hanım bir gün sabahleyin kalkmış, “Uluırmak’a pazar kurulmuş, git de bir sağır al gel ya, burada duramıyom.” dedi. Ya kadın, kendimizi taşımaya vaktimiz yok, ne yapacan ya” dedim. “duramıyom, git al gel. Sabahleyin yaylıyı koştum gittim pazara. O gün gerçekten orda pazar kuruluyormuş. Ben, “Kel kör bir inek beğendim, kardaşım dağ malı yanlış anlama sen de dağlısın ya dağ malı azılı oluyor, gelmiyor.”  “Buzağıyı arabaya tarım gelmez, arkaya çekerim gelmez. Rezillik çöktü. Zaten ipi bir koparsa kaçırsam aramaya da gitmem. 6-700 lira nere giderse gitsin, ardından gitmem. Böyle ağayım, ben.” Yanımda bir adam tebelleş oldu, yanında da bir at var. Yardım ediyim mi? diye sordu. Guzum ben çok uzak gidecem dedim. Yok amca, benim de işim yok zaten dedi. At yanında benimle beraber ineğin arkasına sürdü, köye kadar geldik. Adam salıverilir mi? Hatun bir misafirim var, bir şeyle hazırla!”dedim. Adamı da sen gezdirdiğim gibi gezdirdim. Adamın hoşuna gitti. “Yahu ağa, ben de tacirim yakın vilayetlerin birinde. Benim bu at burada biraz kalabilir mi?” diye sordu, ben de biz inip bakamıyoruz, yemin suyunu bol ver istediğin kadar kalsın dedim. Adam bi daktı İsmail’im iki güne bir gelir 2-3 at getirir bağlar, katır, merkep getirir bağlar. Ağa demez, dayı- yenge ben geldim der, getir guzum bağla deriz. Çumra’ya gidiyorum dayı, der. Tamam, guzum bağla deriz. Yedirip içiriyoruz, para pul yok tabii. Helali hoş olsun, onun derdinde değiliz. Her geldiğinde bize de sitem eder, benim memlekete bir gelmediniz diye. Ha gel de ben de size bir hizmet edeyim.”der. Böylece aradan iki sene filan geçti. Hanıma dedim ki; “ Şu yeğen ısrar edip duruyor, bir gedelim.”  Ne görecen elin memleketinde… Yok ya ısrar edip duruyor, gidelim” dedim. Neyse bir bilet aldık düştük yola. Adam memleketindeki filan kahve demişti, kahveyi aradık bulduk. Hanıma dedim ki şen şurada bekle ben bir gidip bakayım, dedim. Kahveye girdim. Yakın vilayet diyor da 350 km.lik bir vilayet. Girdim içeriye, bizim yiğen masanın başında. Selam verdim, yeğen ben geldim, adımı da söyledim.

Sen kimsin dedi, ben seni bilemedim.

Nasıl bilemem guzum, ben Garaslanlı İsmail ağan. Hani eşek bağlan at salan. Nasıl bilemedin.

Yok, ben öyle bir adam görmedim, bilemedim, dedi.

Yanında cavır cavır baktım ama umursamadı. Gayrı hanımı çağırdım, “gel gız bakayım” dedim. Bana, “benim kahvede ne işim var?” dedi, girmek istemedi. Zorla içeri soktum, şuna bak bizim yeğen bu mu değil mi?” “Bu” dedi. Ben dedim ki “bu değilmiş. “Nasıl olur ya!” dedi. O gün orda rezil olduk. Bir otel bulduk, kaldık. Sabahleyin yola düştük köyümüze geldik.

Adamın yüzsüzü de böyle olur, İsmail’im. Aradan üç ay geçmeden bizim kapı çalındı, “Dayı ben geldim, dedi” bizim yeğen çıktı geldi. Elinde bir akvaryum var; ama benim yedi cinler kafamda. Yanında da güzel bir at getirmiş. At getirdim, bağlacam Çumra’ya gidecem, diyor. Geldiysen hoş geldin, bağla guzum dedim. Hanımı gene pencereye çağırdım; “Hanım, bizim şu yeğen değil mi, bi bak!” Bu ya dedi. Tamam, ben buna bir Konya külahı giydirecem. Hanım yalvardı, yapma etme elin garibine, dedi. “Sen garışma, dedim.” Adam atı bağladı gitti. Bizim de bir at var ki çok cılız, zayıf bir at. Yem olmadığından değil bakamadığımızdan, aklımıza geldiği zaman ahıra iniyoruz. Bu yüzden at çok zayıf. Aklıma koydum ya ona ben bir Konya külahı giydirecem, onun atını benim atımın yerine, kendi atımı da onun yerine bağladım. Aradan birkaç saat geçti, bizim yeğen çıktı geldi. “Dayı ben geldim”, “Hoş geldin guzum, gel yemek hazır.” Dedim.“Yok, dayı ben yemecem. Filan yerde çok işim var, atı alıp gidecem.”dedi. “Al guzum, bağladığın yerdedir, dedim.”  Girişiyle çıkışı bir oldu, “Dayı bu at benim değil dedi.” “Senin guzum!” “değil dayı, yanlışın var, bu at benim değil.” “Senin guzum, bizim atımız yok, arabamız yok.” dedim. “Yok, dayı, bu at benim değil” diye köpürüyor, göklere çıkıyor. Hatuna dedim ki “Sen inme!” Aşağıya yanına indim. Yukarıdan hanım yalvarıyor, “yapma, etme elin adamına, salıver atını, diyor.” Ona, “sen garışma dedim” Bizi taa oralara çağırıp da tanımayan adam bu külahı giymesi lazım.” İndim adamın yanına, “Bizim iki kanatlı kapının küsükleri oluyor, onu yanıma aldım. Ona dayandım; “guzum bu at senin” diyorum o da diyor ki “yok dayı, benim değil.”diyor.”Ulen gabış dedim. Oraya giden dayını tanımam, buraya gelin atını tanıman. Seni bana sayı ile mi verdiler len” dedim küsüğü bunun omzuna bir indirdim adam yere düştü. Yukarıdan hanım, “ulen öldürdün elin adamını” diye bağırıyor. Ölecek yerine vurmadım, ense köküne vurdum.”dedim. Adam kalktı, bir daha at benim değil demedi, atına bindi gitti. O zaman da “annah” didik.



Alamancı Mehmet Ağa

Şimdi bu tip olaylar çok tabii. 70’li yıllarda İstanbul- İzmir’den Konya’ya döndükten sonra hem köyün kâtip işlerini yapıyorum hem de ticaretle uğraşıyorum. Bizim burada orman çok olduğu için orman şefliği var, orman işlerine bakıyorum. İki tane de elimizde kamyonumuz var. Sabahleyin erkenden arkadaşın biri beni Hatunsaray’a bıraktı. Orada Kâmil Ağa var, dükkânında oturuyoruz. Öbür köyden gelen bir arkadaşımız Mehmet Ağa da geldi. Yabancı köylüler de var. Şimdi bizim Mehmet Ağa geldi, kırsalın insanı içindekini fazla tutmaz. Şimdi bizim Mehmed Ağa geldi, elinde iki paket var. Tak diye masanın üzerine koydu. “Kamil Ağa, bu baklava kutusu bu da gıravat, kırmızı gıravat.” dedi. “Eniştemin selamı var, bunları alacan benim işi hazırlayacan” dedi. “Benim Almanya’ya kâğıdım çıkmış,” dedi. Aslında Kamil ağa baklavayı sever, şöyle bir baktı: “Senin eniştene de sana da… Çık dışarı!” dedi. Adama çok kötü şeyler söyledi, azarladı. Adam, mahcup oldu, çıktı gitti. O gittikten sonra Kamil Ağa’ya dedim ki “ Almanya’ya gidecekmiş. Cavur parasını yese ne olur? Ben bu adamı tanıyorum, garibanın biri yapıverseydiniz işini. Bunlar konuşmayı pek beceremezler. Lafın nereye varacağını bilmez. Samimiyetinden söyledi, sana onu.” dedim.

Sonra da üzüldü. “Tanıyorsan git bul gel.” dedi. Kardeşim elin arazisi zaten nereye gitti bilemedim.  “Aradım taradım bulamadım.” dedim. “Beşiğime mi kalktı, boş ver!” dedi. Baktım adam sert. Akşamüstü köye döneceğiz, baktım o da geldi.  “Dedim, nereye kayboldun? Seni akşama kadar aradım, bulamadım. Kamil Ağa’ya tam işini yaptıracaktım ki kayboldun! Getir de yapıvereyim dedi.” Dedim. “Yahu gardaşım, ikindi vakti, ağacın altına oturdum. Baklavayı yedim. Gıravat da burada. Ya gardaşlık, hakkaten yaptıverecek miydin? Dedi. Ben de “Yarın gel de yaptırıvereyim.” Dedim. Ülen şimdi adama söz verdik. “Bu modern baklavayı bırak da yengeye evde güzel bir baklava yaptır. Sabahleyin çık kamyona gidelim. Gıravatı da unutma!” dedim. Adam sabahleyin çıktı geldi. Mesele şu imiş. 3 çocuktan fazlasını Almanya almıyormuş. Adamın iki çocuğu var kayıtlı. Bir çocuğu var kayıt yapılmamış. Sonradan ikiz çocuğu olmuş. 5 tane çocuk olmuş. 5 çocuk olunca Almanya kabul etmiyormuş. Kamil Ağa’ya dedim ki bunun çaresi var. Kayıtsız olanı da yaz. İkiz olanları kaydetme. Dedim. Aman abi, istersen hiç yazma, hiç çocuklarım olmasın yalnız ben Alamanya’ya gideyim diyor adam. “Adamın işini yap.” Dedim. “Bak İsmail, bunları bilmezsin. Bunlar şimdi burada  abi ara pul istemem, çocukları da yazma. Alamanya’ya gideyim der. Oraya varınca, “Abi benim 5 tane çocuk var, ahırda 2 tane de eşek var. Onları da yaz, der. Markı gördü mü böyle yaparlar.”dedi. Şimdi adamı gönderdik. Annah! dedirtecek olaya bak! Bir sene sonra Mehmet ağa geldi. Dispanserin oralar bizim yöremiz. Bir baktım bir kalabalık toplanmış bir yere. Ben de domates kasası götürüyorum. Kalabalığı görünce şöyle baktım. Başında fötr şapka olan kısa boylu bir adam, üzerinde bir de mont var. Baktım bizim Mehmet Ağa. Şöyle kasayı bir kenara bıraktım, yanına vardım. “Hoş geldin Mehmet Ağa” dedim. Adam, yüzüme şöyle bir baktı; “Ben seni tanıyamadım.” dedi. Ben de “annah !”dimissim. “Yahu Mehmet Ağa, nasıl tanıyamadın beni!”, “tanıyamadım.” dedi. “Ülen Mehmet Ağa, demek ki Kamil Ağa’nın dediği doğruymuş. Ahırdaki eşekleri de yazdırdın değil mi?” dedim.

Kaynak:http://www.konyayenigun.com/haber/88798/ANNAH_DIMISSIM.html

19 Temmuz 2014 Cumartesi

AYDIN AYDINÖZ (Aydın Çavuş)

0 comments
Selçuk Es'ten..

1312-1896 senesinde Rumeli’nin Kosova Vilayeti Taşlıca Sancağı’nda doğdu. Hacı Efendi’nin oğludur. Annesinin adı Hanife’dir. İlk tahsilinden sonra çiftçilik ve bahçecilik işleri ile iştigal etti. Birinci Dünya Savaşı sonunda Rumeli ve Taşlıca tamamen Osmanlılar’ın elinden çıkınca Anne ve Babası ile mecburen göçmen olarak İstanbul’a geldi. Bir süre İstanbul’da oturdular, daha sonra Konya’ya gelerek Çifte Merdiven Mahallesi’nde Konya Nüfusu’na tescillerini yaptırarak buraya yerleştiler. Belediye Başkanı Muhlis Koner’in ikinci başkanlığının son yıllarında Konya Belediyesi’ne 1923 senesinde bahçıvan yardımcılığı ile girdi. Tam kırkaltı sene Belediye’de çalışdı. Otuz yıl çalıştıktan sonra emekiye ayrıldı. Belediyeye yevmiye ile başbahçıvan olarak tekrar alınarak onaltı yılda yevmiyeli hizmet etti. Konya’nın Alâattin Tepesi ile, Meram Tavusbaba tepesinin ormanlık haline gelmesi Aydın Çavuş’un sayesindedir. 13.12.1960 günü o yılın şeker bayramının ilk günü olup, sabah bayram namazından çıkınca geçirdiği kalp krizinden kurtulamayarak hayata gözlerini kapadı. Cenazesi aynı gün öğle namazından sonra kaldırılarak Musalla Kabristanı’ndaki ebedi makberesine tevdi edildi. Konya Belediyesi’de Aydın Çavuş’un geçen emeklerinin kıymetini bilerek Meram’daki Tavusbaba Kafeteryası’nın bulunduğu tepenin ismine, “Aydın Çavuş Tepesi” adını verdi. Mezar Taşı kitabesini hatıra olarak aşağıda sunuyoruz:

“Aydın Çavuş
Belediye Başbahçıvanı
Ruhuna Fatiha…” 13.12.1969…



İDEALİNİ VE İDDİASINI GERÇEKLEŞTİREN BİR ADAM; AYDIN ÇAVUŞ (AYDIN AYDINÖZ)
M. SABRİ, DOĞAN
Koyunoğlu Müzesi, Müze Araştırmacısı, Konya-2004
1312 Yılında Bosna Hersek'in Taşlıca şehrinde dünyaya geldi. Babası toprak sahibi olduğu için ziraat tahsili için kendisini Avusturya Gratz Ziraat okuluna gönderdi. Kardeşinin de öldürüldüğü Sırp katliamı başlayınca Bosna'ya döndü. Direniş teşkilatına katıldı. Üç yıl sonra Yunan Krallığına iltica etti. Sırbistan Krallığı tarafından gıyaben idama mahkum edilmişti. Makedonya anlaşmazlığı nedeniyle Sırbistan Krallığına iade edilmedi. 1925 yılında Türkiye'ye geldi. İstanbul'da iskan yeri gösterildi. Elinde maddi imkanlarla baba mesleğini devam ettirmek için verimli toprakları olan Adana'ya gitti. Toprakları beğendi ama can güvenliğini yeterli görmedi. İstanbul'a dönmeye karar verdi. Konya'da Rumelili hemşerisini ziyaret etmek istedi. İkinci Orduda görevli bir paşayı ziyareti sırasında zamanın Konya Belediye başkanı ile tanıştı. Mübadelede park ve bahçelere bakan Kosta Bey'in görevi teklif edildi. Fakat memurluk düşünmediği gerekçesiyle kabul etmedi. Geçici bir süre için görev teklif edildi. Bu süre içinde Park ve Bahçeler için insan yetiştirecekti. Bir yıl sonra Konya'dan ayrılmak istedi. Vali o zamanın kendisine verilen yetkiyi kullanarak Konya'dan ayrılmasına izin vermedi. Ayrılma konusunda birkaç istemi de yerine getirilmedi. 1931 yılında evlendi. 12-Aralık-1969 yılında ve vefatına kadar tam 44 yıl Konya'ya hizmet etti. Vefat ettiği zaman görevi devam ediyordu. Kendi deyişiyle "her ağaç, her çiçek onun bir evlattı". "Selçuklu Pay-i Tahtına ne yapılsa azdı" Konya'yı böyle sevdi. Aydın Çavuş'un Belediyeye girişi Kazım Gürel'in belediye başkanlığı zamanına rastlar. 1923 senesi sonbaharında Konya Belediyesi emrinde çalıştırılmak üzere verilen Yunan askeri esirleri henüz memleketine dönmüşlerdi.
İşte bunların içerisinde çok kıymetli ve pratik yetişmiş bahçıvanlar vardı. Mardros Usta, Vasil Usta, Kosti Çavuş gibi belediyenin yaptırdığı tek örnek mavi iş gömleğiyle şehirde dolaşırlar şehrin temizlik ve sulama işlerini yaparlardı. Lozan Barış Antlaşması'ndan sonra bunlar gidince yerlerine Belediye yerli halktan işçi aldı. Bu sıralarda İstanbul'a göçmen olarak gelmiş bulunan Aydın Çavuş da arkadaşları Muharrem Ağa, Yusuf Ağa, Hamdi Karda ile Konya'ya geldiler ve belediyeye müracaatla iş isterler. Belediyenin o zaman ki bahçeler müdürü Ziraatçı Mehmet Bey bunlara iş verir. Aydın Çavuş'un canı yürekten çalışmasına Mehmet Bey hayran olur. Hepsine de Konya'da daimi iş verilmek üzere kalmalarını teklif eder. Bunlar da kabul ederek Aydın Çavuşla Hamdi Karı Belediye bahçıvanlığına, Yusuf ile Muharrem Ağalarda vilayet odacılığına alınarak senelerce buralarda çalışırlar ve emekli olurlar. Aydın Çavuş'un Dede Bahçesi'nde çalıştığı bir gün belediye reisi Kazım Gürel'in oğlu Selçuk Es'in şahit olduğu bir olay vardır. Selçuk Es olayı şöyle anlatır; "Dede Bahçesi'nden Rahmetli annem bir çiçek beğeniyor, eve gelince bana haydi git Aydın Çavuştan gördüğüm Bey Beğendi çiçeğinin tohumu varsa biraz versin al getir dedi. Bende doğruca Dede Bahçesi'ne gittim. Aydın Çavuş'u buldum ve ona safça bir şekilde Aydın Ağabey babamın beğendiği çiçeğin tohumu varsa annem rica etti biraz vereceksiniz dedim. Aydın Çavuş evvela bir şey anlamadı ve şaşaladı sonra mırıldanır gibi cevap verdi. Bey efendi hangi çiçeği beğendi şimdi bilemeyeceğim. Akşamları buraya kontrole gelir kendisine sorarım beğendiği çiçeği ve tohumu varsa yarın gelir alır gidersin dedi. Tabii ben de bunu aynen annem rahmetliye anlatınca güldü, oğlum babanın beğendiği değil, çiçeğin adı Bey Beğendi'dir. Dedi" Konya'da 30 yıla yakın park, bahçe ve özellikle 1953 yılında Meram Tavus baba'da çıplak tepelerin ağaçlandırılması ideali ve iddiası idi. Yurt içinden ve yurt dışından bir çok uzman bu düşünceyi uygulanır bulmuyorlardı. İdealini ve iddiasını gerçekleştirmenin mutluluğunu tattı. Konya'ya hizmet etmek kendisi için vazgeçilmez bir yaşam tarzı idi. 13-12-1969 yılı Şeker Bayramı günü geçirdiği kalp kriziyle gözlerini fani dünyaya ebediyen kapadı. Aynı gün öğle namazından sonra cenazesi kaldırılarak Musalla Kabristanı'na defnedildi. Mezar Taşında; Aydın Çavuş, Belediye Baş Bahçıvanı Ruhuna Fatiha 13-12-1969 yazılıdır.
(http://www.konya.bel.tr/sayfadetay.php?sayfaID=249)

21 Haziran 2014 Cumartesi

Konya'nın Meram'ı

0 comments



KONYA'NIN MERAM'I
Karda meram kışta meram ne güzel,
Yazda meram güzde meram ne güzel
Meramım da sefalar Konya ma özel
Her mevsimi yaşanası Meram’ım

Deresi var yakası var görmeli
Köyceğizden aşkan’ına varmalı
Meram bağlarında mutlak gezmeli
Bülbül sesi dinlenesi meramım

Tarihi hahamına köprüsüne vardım
Şöyle miski amber kokusun aldım
Dört oka dutlu kırı bağların sordum
Efsanesi dillere destan Meram’ım

Bahçelerin meyve sebzesi yetişir
Ağaçlarda kanarya bülbül ötüşür
Sazendeleri aşk evinde buluşur
Ömürlere ömür katar Meram’ım

Bazen coşar bazı sakin meram deresi
Yalılarda yankıların coşan suların sesi
Suların ninnisiyle büyür meram bebesi
Aşkı gönüllere sunan namlı Meram’ım

Altmışlı yılların Meram’ı bende
Geçmişin izleri var bu nazik tende
Meram çayı gibi coşan gecemde
Aşıklara ilham veren Meram’ım

Her ortamda dile gelende meram
Tarumar olur kabuk bağlamış yaram
Gel aşık ağlama ben yareni saram
Der çığırır gönül verenleri Meram’ım

Ozan İsmail yad eder geçmiş günleri
Meramda yatıyor birçok gönül erleri
Ateşbaz tavus baba Cemel ali dedeleri
Aşıkların duasıyla efsunlanmış Meram’ım.

08 Ocak 2014 Meram
İsmail Detseli

31 Mayıs 2014 Cumartesi

Hıdrellez

0 comments
Her yıl kutlanan Hıdrellez, Hz. Hızır As. İle Hz İlyas As mın buluşarak, ölümsüzlük iksiri olarak bilinen Abu-ı Hayat’ı bulmak için yollara düşmelerinin hatırası diye biliniyor. Bu bir efsane…
Yalnız şu bir gerçek ki Hz. Hızır, yüce Allah tarafından ledün ilmi verilmiş gelecekte neler olacağını kısmen bilmekle donatılmış bir isim. Bazı rivayetlerde Hz Musa ile arkadaş olduğu ancak Musa’ya göre yaptığı bazı işlerin yanlış yorumlanması ile Musa onun yaptıklarına tahammül göstermeyince arkadaşlıklarının sona erdiği söylenir.
Hz. İlyas ile arkadaş olup yıllarca yaşam iksirini arayışları netice bulmayınca ayrılıp bu kere tek başlarına aramaya devam ederler. 6 Mayıs günü iki denizin birleştiği yerde (Merace-l Bahreyn) buluşarak yine yaşam iksiri için konuşacaklardır. Karınları acıkmıştır yanlarında bulunan bir ölü balığı, atalarımızın bazıları çiroz diyor, bazıları kızartılarak kurutulmuş diyor bunu yiyip karınlarını doyuracaklar. Aslında arayışlarına sebep olacak olan bu yaşam iksirini bulup bulamadıklarını anlatacak mucize şey yanlarındaki o balıktır. Balığı tam yemek üzereler ki denizlerin birleştiği yerden bir dalga oluşur ve dalgalardan bir katre su balığa değer işte o anda balık canlanıp denize girer ve bu ikili o zaman anlarlar ki amaçlarına ulaşmışlardır.
6 Mayıs tarihi karada yaşayan insanlar canlı cansız varlıklar için bir uyanış bir diriliş, tabiatın uyanması toprağın canlanması ağaçların kırların uyanması söz konusu ise insanlar için yaşam iksiri budur işte. Onun için bu güne hıdrellez denmiş yani Hızır ile İlyas’ın her yıl bu ayın altısında buluşarak dünyaya yaşam ve bereket sunarlar diye inanılır. Hıdrellezi insanlar kimi kırlarda arar, kimileri evinin bahçesinde kimileri ise tarlasında bağında olabileceğini düşünerek Rabbi Teala’nın hikmeti ile alim kıldığı bu insanlardan bolluk bereket umarak günü yad ederler.
Bu ayda yağan yağmurun suyuna çok önem verirlerdi atalarımız. Yağmur yağmasa bile 6 Mayıs sabahı erkenden kalkan analarımız ekin ve otlar üzerine düşmüş olan su damlacıklarını bir temiz kaba çırpıp eve getirir, o gün mallarından elde ettiği sütün içerisine yoğurt mayası koymadan o su ile iki kaba çalardı. Birine “var var” der birine ise “yok yok” der hangisi güzel yoğurt tutarsa yılın şen veya kurak geleceği yorumunu yaparlardı. Mayasız tutmayan yoğurt o su ile çok güzel tutardı.
Hızır inancının yaygın olduğu ülkemizde Hızır’a atfedilen özelliklerin bazıları:
Hızır, zor durumda kalanların yardımına koşarak insanların dileklerini yerine getirir.
Kalbi temiz, iyiliksever insanlara daima yardım eder. Uğradığı yerlere bolluk, bereket, zenginlik sunar. Dertlilere derman, hastalara şifa verir. Bitkilerin yeşermesini, hayvanların üremesini, insanların kuvvetlenmesini sağlar. İnsanların şanslarının açılmasına yardım eder.
Uğur ve kısmet sembolüdür. Mucize ve keramet sahibidir.
Rumi takvime göre eskiden yıl ikiye ayırmışlar atalarımız: 6 Mayıs’tan 8 Kasım’a kadar olan süreye Hızır Günleri adıyla yaz mevsimini, 8 Kasım’dan 6 Mayıs’a kadar olan süre ise Kasım Günleri adıyla kış mevsimini oluşturmaktadır. Bu yüzden 6 Mayıs günü kış mevsiminin bitip sıcak yaz günlerinin başladığı anlamına gelir ki, bu da kutlanıp bayram yapılacak bir olaydır. Hoşça kalın.

İsmail DETSELİ
 http://www.memleket.com.tr/hidirellez-18917yy.htm

14 Mart 2014 Cuma

Konya Ekekon gazetesinden iki haber

0 comments
 Ekekon gazetesi, 23 Ocak 1950

Ekekon gazetesi, 9 Ocak 1948

26 Şubat 2014 Çarşamba

Vadi-yi Meram Mektebi Talebe Sicil Umumi Defteri

0 comments

Talebe Sicil Umumi Defterinden Bir Yaprak

29 Ocak 2014 Çarşamba

Unutulmayan eski kış geceleri

0 comments
İsmail DETSELİ'den...

Son yıllarda hızla gelişen teknolojik aletlerin çocuklarımızı ve torunlarımızı nasıl bizden örf ve adetlerimizden kopardığını düşünerek kahroluyordum ki, yavrusu üniversitede okuyan bir yakınım evladı ile gelip bana “İsmail abi çocuğuma geçmişten, kış gecelerinden kültürümüzden anlatmanı rica ediyorum ne dersin?” dedi. Bu sözlere o kadar sevindim ki anlatamam. “Hay hay” dedim delikanlıya sordum “Yavrum geçmişten neleri merak ediyorsun neleri anlatayım sana?” “Amca bana örneğin bir kış mevsimini nasıl geçirirdiniz nelerle meşgul olurdunuz, kışın gündüz ve geceleri nasıl geçerdi ne işler yapardınız?”
Anlattım. Kışa hazırlık kışın bitimi ve baharın gelişi ile başlardı. Baharla köyümüzün kırsalındaki çayırlar uyanmaya başlayınca meralar taş gazel gibi şeylerden temizlenir, büyük çaylardan akıp giden sular arklar vasıtası ile o meralara yöneltilir bol bol sulanır, otlar haziran ayında yeşil olarak biçilir evlere taşınırdı. Kış için malımız yedirmek için kurutulup hazır edilirdi.
Bundan sonra güzden ekilmiş olan ekinler Temmuz’da hasat edilir harmana çıkar ve düğen sürüldükten sonra harman savrulur, tahıllar ve samanlar evlere taşınırdı. Ekilen bostanlardan soğan, patates, mısırlar ve diğer sebzeler hasat edilir kimisi kurutularak kimileri değişik işlemler ile kış yiyeceği olarak evlere taşınır, pancardan, üzümden pekmez kaynatılırdı. Bahçelerimizdeki olgunlaşmış cevizler ağaçlarından uzun sırıklarla çırpılıp evlere getirilir, bunun yanında tarla ve bahçelerimizdeki yabani ve doğal meyveler aslına uygun olarak kak olarak kurutulurdu.
Artık güz mevsimi gelmiştir dağlarımızdaki Allah’ın bir lütfu olarak kendiliğinden yetişmiş olan meşe ağacının pelitleri, kırmızı ve sarı alıçlar, dağ armutları (ahlat) yaban erikleri (yonuz eriği), itburnu (kuşburnu), böğürtlen cinsinden dikenli bir bitkinin gül tohumları, bunlar güzün olgunlaşır, onları toplayıp evlere getirirdik. Kaynatma sonrası oluşan hoşaflık doğal gıdanın yanında armutların sap ve iç tohumlarını temizledikten sonra kilimler üzerine serip güneşte güzelce kuruturduk. Bunların yanında güneşin ısısı azalmadan tahıllar yıkanır ya tam senelik ya da altı aylık olarak yıkanıp kurutulan buğday arpalar değirmende un yapılmak üzere hazırlanırdı. Bunun yanında buğdayların özenle seçilen kısmından bulgurluk ve yarmalık yapılacak 200 kilo kadar ayrı tutulur bulgur kaynatılıp kurutulduktan sonra köyümüzün birçok mihenk yerlerinden bulunan geniş taş dibeklerde ağaçlardan yapılmış özel tokmaklar ile gençler tarafından dövülürdü. Kabuğu alınır, kış gecelerinden sadece eğlenmek için gençler tarafından el değirmeninde çekilerek doğal bulgur, pilav yapmak üzere yine ham buğdaydan yapılan tarhana için buğday da el değirmeninde çekilirdi. Bostan sulamaları bittikten sonra sular boşa çıkınca değirmenler çalışır ve unlar öğütülür.
Ormandan davar ve sığırlara kışın yedirmek için meşe yaprakları kesilerek evlere taşınıp kurutulur, samanlıklara taşınarak kışa hazır olurdu. Ardından kış yakacağı olan ormandan odun taşınması da günlerce sürerdi. Kış geceleri akşam oturmalarında eğlencelik yiyecek olarak ağaçlardan toplanıp saman içerisine saklanarak taze özelliğini kaybetmeyen alıç, toprağa gömülen çıkarıldıktan sonra soba üzerinde kebap yapılan pelitlerin yanında, köyümüze has bir bitki olan ya turşu olarak ya da demet yapılarak kışa saklanmış halde yemeye hazır şifa deposu gılappa olmazsa olmazdı. Un öğütmeleri sona ermiş olan değirmenlerde o kurutmuş olduğumuz yaban armudu ve çuvallar dolusu ocaklarda özel olarak patlatılmış mısırlar değirmene götürülüp öğütülür. Bunlar mısır unu armut unu yapılarak daha nohuttan yapılan kavurga buğday kavurması misafirlere sahanlarda sunulur hem kış eğlenceliği hem de bazı hastalıklara şifa olarak kullanılırdı.
Artık kış bastırmış kar yağmış, mallar ve insanlar evlere girmiştir. Alaturka saatler kullanılır akşam saat 12’de yatsı ise 1.30’da kılınırdı. Uzun kış oturmaları gece saat 6-7’leri bulurdu. Sabah kalkan evin fertleri kimisi odun ocağında bulamaç veya tarhana çorbasını hazırlayıp sarımsaklı mis kokusuyla sofrayı hazır ederdi. Bir kısmı damlardan karları kürürdü. Sonra sokak çeşmelerine yol açılarak davar, sığırlar sulanır, yemlenir; hanımlar ev işlerine bakarken evin genç ve olgun yaştaki erkekleri gündüz oturması için arkadaş gurupları oluştururdu. Yine akşam yemeği sonrası evin hanımı ve çocuklar komşu oturmasına giderken erkekler yaş guruplarına göre yaşlı orta yaşlı ve gençlerden oluşan baranalar kurulur kış boyu pişmaniye ve arabaşı gibi ikramlarla arkadaşlar kış sohbeti yaparlardı. Gençler av kararı alırlar tavşan ve keklik avına giderler vurulan avlar ise sayısına göre ikişer üçer aileler birleştiği sofralarda yenirdi. Özel doldurulup mangal ateşinde pişen tavşan eti ovalanmış ve hafif tereyağında kavrulmuş olan bazlama ekmeğin ovması üzerine tavşan etleri dağılarak her ferdin kaşığına yetecek şekilde adilce büyük bir kapta sunulurdu. Yaprak sarması tirit gibi köyümüze has güzel yemekler yendikten sonra ardından nohutlu kişnişli bulgur pilavı yanında kayısı ve erik kurusundan yapılmış tadına doyulmayan hoşafla çok iştahlı yenirdi.
Böyleydi işte eski zamanlar, ama unutulmayan damakta tad bırakan zamanlar… Bir zaman makinesine girip gidebilseydik o günlere…

http://www.memleket.com.tr/unutulmayan-eski-kis-geceleri-18396yy.htm