10 Eylül 2014 Çarşamba

Annah! Dimissim

0 comments

Konya kültürü üzerine söz sahibi olan ender insanlardan biri de İsmail Detseli’dir. 1945 yılında Konya’nın meram ilçesine bağlı eski adı Gilistra (yeni adı Gökyurt)’da doğdu. Fakir bir ailenin çocuğu olan Detseli, ailesine katkı sağlamak için çiftçilik, ırgatlık yaptı. 1960 da köyünün geleneklerine uyup köylüleri ile beraber İzmir’e çalışmaya giden Detseli, 1971 yılında memleketine geri dönerek çiftçilik yapmaya başladı. Bura da Esma hanım ile evlenen Detseli’nin…çocuğu bulunmaktadır.

19978 yılında Konya’ya göçen İsmail Desteli MEDAŞ’a girdi ve bu kurumdan 1994 yılında emekli oldu. Konya kültürü ile birikimlerini Memleket gazetesinde Konya sevdalılarıyla paylaşmaktadır.

TYB Konya Şubesinin30 Ağustos 2014 Cumartesi günü İl Halk Kütüphanesinde yapılan konferansın konuğu, Konya Kültürünün duayenlerinden İsmail Detseli idi. İsmail Detseli, 26 Ağustos Malazgirt ve Sakarya Savaşlarıyla, yine 26 Ağustosta başlayıp 30 Ağustos’ta düşmanı kat’i bir şekilde yenilgiye uğratan Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde şehitlerimize ve vefat etmiş olan gazilerimize Allah’tan rahmet dileyerek başladı. “ Ulusumuzun var olma mücadelesi verdiği 30 Ağustos Zafer bayramını kutluyorum, vatan için canını veren şehit ve gazilerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Vatanı cennet makamı âlî olsun.”

İsmail Detseli, Konya Yazarlar Birliği Başkanı Mehmet Ali Köseoğlu ve ekibine de konuşma fırsatı verdiği için teşekkür etti. Konya Mahalle mektebine yazdığı “Annah demişim!” makalesinden dolayı böyle bir programa davet edildiğini belirten Desteli, annah dimissim! tabirini açıkladı ve başından geçen ilginç olayları Konya ağzıyla bizlere aktardı.

“Annah dimissim: Konya halkı arasında hayret ve korku ifade eder. Yöresel olarak bazı ağız değişikliğiyle, kimi “annah” kimi “aroo” kimi “annah dimissim” der. Bizim köyümüzde annah dimissim diye bir ifade duymadım; ama Konya’da çok duydum.

1958 yılları idi. O zaman vasıta yok. Konya’ya merkeplerle gidip geliyoruz ve 40-50 km yol kat ediyoruz. Oradan hazırladığımız emtiaları; patatestir, soğandır gıda maddelerini merkeplere yükleyip getirip Konya’da satıyoruz, buradan da ihtiyacımız olan şeyleri alıp köye dönüyoruz. O yıllarda Konya’nın çöplüğü bugünkü Karahöyük denilen yerin sağı, askeriyeye doğru uzayıp giderdi. O yılların yollarını bir düşünün! Yol yok, iz yok. Yeni gelmiş Mersedes çöp arabaları var, üstten kapaklı. Tabii onlar bizim yanımızdan gelip geçiyorlar, inanır mısınız çöplüğün oradan Et-balık Kurumuna geldiğimizde insanda renk cümbüşü oluşurdu; hatta önümüzdeki hayvanlarda bile. Kimisi gri olur, kimisi havanın ve yolun durumuna göre renk değiştirirdi. Bir de yol boyu, o Hatip caddesi dediğimiz yol boydan boya sıra iğdelerdi. Baraj olmadığı için dağlardan inen sular ekinleri basmaması için tarların kenarına sıra sıra iğdeler dikilirdi. Halk bu bölgeye sıra iğdeler adını vermişti. O yola girdikten sonra geri dönmezsin, kamyonlar bu yola girdikten sonra üstümüz başımız toz olurdu.

Kovanağzı, bu günkü Atiker Petrolünün oralar, çayında geçtiği yer. Selbasan deniliyor. Selbasan’nın kavunu karpuzu çok güzel olurdu. O dönemde dağlarda davar çoktu. Yağmur suları sepesini, hayvanların gübrelerini Selbasan’a doğru getirirdi. O tarlalarda verim çok olurdu. Mahalle isimleri mutlaka bir şeylere dayanıyor. 1978’de Lalebahçe’ye geldiğim zaman mahallede çok yaşlılar vardı: İbonun Ömer, Kaynakçının Ömer vs. Ben bunlarla otururdum. Onlar anlatırlardı, Kovanağzını. Eskiden meramda büyük ağaçlar varmış, kovan ağaçlar. Bu Atiker Petrolünün orada, onları keserler, toprağı kazarlar, oraya ağaçları büz olarak yatırırlar, suyu isale ederlermiş o bahçelere. Hatıp’tan başlar, Lalebahçe’ye kadar her taraf bahçe, yerleşim alanı yok. Varsa bağ evleri var, her taraf bahçe. Biz Et-Balık Kurumuna geldiğimiz zaman tarlarla girer ağaçların yapraklarını kopararak üstümüzü başımız çırpardık, kendimiz ve hale götüreceğimiz mallar temiz oldun diye. O Kovanağzın’dan suyu isale ettikten sonra buraya büyük kovan ağaçları döşedikleri için “Büyükkovanağzı” adı veriliyor, ondan sonra daha küçük kovanlar yerleştirildiği için küçük kovanların bulunduğu mahalleye su veriliyor. Onun için o mahallenin adı Küçükkovanağzı olarak kalmış. Ekmekkoçu; çok verimli tarlalara sahip olduğu için ekmeğin koçu buradan olur dedikleri için o mahallenin adı “Ekmekkoçu” olarak kalmıştır, derdi o büyükler.

Müstantık

Yağmurlu bir gün Konya’ya geldik, hale indirdik mallarımızı. Tesadüf bahar ağzıydı kar yağdı. O gün gece şiddetli bir yağmur yağdı. Sabahı gelenler sorduk; oradan gitmeniz imkânsız dediler. Hasanköy tarafından gidin, dediler. O yöreyi pek bilmiyorum; ama yanımda büyükler var. Herkesin de iki merkebi var. Hasanköy bahçelerine geldiğimiz zaman bir kalabalık gördük. Etrafta jandarma var. Bizim köylüler dediler ki “Sen dediler merkeplere bak. Kalabalığa bir bakalım ne var?” İçlerinde en küçük olduğum için merkepleri bana bırakarak hepsi oraya gittiler. Ben daha 11 yaşında bir çocuğum. Meraklı adamım, durur muyum? Kimini urganından kimin yularından eşekleri bir birine bağlayarak ben de gittim onlarla beraber. Hatta onlardan da önce gittim. Bir baktım bir adam oturmuş bir şeyler yazıyor, bir kadına soruyor: “Olayı nasıl gördün, hanım?” Kaç gardaşım, nasıl gördünüz? İki gündür adam ağzının ganıyla yatıyor ya!” Yahu ben sana ne sorarsam ona cevap ver. Kadı, “Mahvettiniz adamı ya!, iki gün adam yatır mı” Adam, “Yahu kadın, ben sana ne soruyorsam ona cevap ver” diyor. Kadın, “…herif bir tarafa ben de bir tarafa yamıştık. Tüvek mi tabanca mı bir şey güm didi, böyle soluma döndüm bi baktım, bu adam suyun içine cumm!diye düştü.” Adam, “Hadi senin gocan vurduysa” diyor. Kadın, “Benim gocam garşımda oturuyor, ne zaman dabanca atacak.”diyor, adamı azarlar gibi konuşuyor.

Şimdi adam vurulmuş, çözmeye çalışıyorlar. O zaman bizim zamanımızda biz hâkimi savcıyı bilmediğimiz için müstantık gelecek, derdik. Böyle önemli olaylara 4-5 günde gelirdi. Bizim köyde kadın kendini astı, müstantık 2 günde geldi. Vasıta yok, gelen yok, ilgilenen yok. Bildiğin cenaze kokardı.

Kadın o düşüşü anlatırken hâkime defalarca bunu söylüyor: “Cumm! Diye suya düşünce annah dimissim!” herife çağırdım; kalk lan şunu kaldır dedim, kaldırdı. Böğründen kan akıyordu böngül böngül. Adamı galdırdık arka üstü yatırdık, adam ölmüş.” diyor. Adam, “senin gocan vurduysa!”, “Ülen reis benim gocam ne zaman vuracak? Karşımda oturuyordu dedik ya!” Tabii bu arada kadından ifade almakta güçlendi adam. Etrafına bakındı. O yıllarda köylünün giyimiyle şehirlinin giyimi çok değişikti. Bakışlarını bizim köylülere yöneltti. Dediler ki buraya merak için geldik. Jandarma bizim köylülerin hepsini birkaç kadın birkaç erkek bir araya topladı. Köylüler yalvarıyorlar; “Başefendi, biz bildiğin adamlardan değiliz. Köylüyüz dediler, dertlerini anlatmadılar. En sonunda dediler ki “Bak şu çocuğa bıraktık merkepleri biz bakması için. O da gelmiş. Buna sor dediler.” Bana sordular:

-“Sen nerelisin?”

-Gilistralıyım”

Bunları tanıyon mu?

 Şu kim? Hatce yenge, şu kim? “Kör İsa.” dedim. Jandarma, “Eğer bu çocuk olmasaydı hepinizi nezarete tıkıp sabaha kadar yatıracaktım. Dua edin buna. Gidin malınızın başına! Meraklanmayın, böyle şeylere!” dedi. Biz oradan çıkıp gittik… Annah dimissim.

Bunu Mehmet Eli Bey bir program hazırlayalım deyince, “Mehmet Ali Bey, bunu allayıp süslesek 10 dakikada biter, dedim” O da senin kesede boldur, bir şeyler çıkarırsın, dedi.

Tuz kesesi:

İsmail Detseli, Tuz Kese ile ilgili hikâyeyi şöyle anlatıyor: “Şimdi kese deyince aklıma bir şey geldi. Bizim hanımın bir dayısı var Allah uzun, sağlıklı ömür versin 1926 doğumlu. Halen yaşıyor. O da bizim gibi Konya’ya geliyormuş bir gün. Kese Türk insanının yaşamında çok önemli. Para kesesi var, peynir kesesi var, ayran kesesi var, süt kesesi var, yoğurt kesesi var, ateş kesesi bile var. Ateş kesesi ne diyeceksiniz? O zaman böyle çakmaklar filan yok. Kav çakmağı olacak, onu adam keseye koyar nem almasın diye. Cebinin en kıymetli yerine koyar ki ateş tutacak gittiği yerlere. 1942’li yıllar. Anası yalvarmış, “Aman Kazım kuzum! Konya’dan her şeyi unut; ama tuz almayı unutma!” Her şeyini tuzla muhafaza edecek bir de yemeğini yapacak. Ayıptır söylemesi, davarlar da tuz ister. On beş günde bir tuz vermek gerekir. Tamam, der. Ama kazım biraz korkusuz yetişmiş astığı astık, kestiği kestik. Keseyi almış, beline bağlamış anasının tuz isteğini unutmasın diye. Sabahleyin Kozağaç yakınlarına gelmiş. Bir bakmış ağaçta arı oğul vermiş. Adam maceraperest ya, hemen anasının kesesini belinden çıkarmış, arı oğulunu keseye koymuş. Ablası varmış yanında benim kayın validem. Ablasına sen merkepleri sür gel, ben arıyı satmaya gidecem, Kapı Camisinin oraya.” demiş. Varmış Kapı Camiinin oraya arı satarım, arı satarım! Diye bağırmaya başlamış. Arıyı kim alacak kapalı kesenin içinde? Durmuş, durmuş aklı başına gelmiş. Öğle olmuş, arıyı satamamış. “Ülen Konyalılar! Alacaksanız alın, anam tuz al demişti bu keseye. Ben bu keseyi buraya boşaltacam.” Demiş. Ulen dur, yapma! demeye kalmadan keseyi boşaltıvermiş. Birkaç kişiyi arı sokmuş. Ararlar tararlar ama bulamazlar. Kazım yok, Kazım kaçmıştır. Bizim keseden inşallah arı çıkmaz. Çok bilge de olmamak lazım.

Mollaların çobanı imtihanı

Medrese yıllarında 8-10 talebe yetişmişler icazet almışlar memleketlerine geri dönüyorlarmış. Kırsalda bir çoban görmüşler, pir-i fani bir adam. Koyunlarını otlatmış, suyun başına yatırmış. Mollalar geriden düşünmüşler, demişler ki “Şu adama ayetten hadisten bir şeyler soralım. Eğer bilirse geçelim gidelim. Bilmezse bize bir çebiç veya toklu kessin yedirsin.” Varmışlar, “Selamün aleyküm Amca!” demişler. Adam, “Aleyküm selam!” diye karşılık vermiş. “hadisten, ayetten haberin var mı, sana bir şeyler sorsak bilebilin mi?” O da “Sorun bakalım” der. Mollalar bir ayet okurlar ve “Allahü zülceleal filan surenin filan ayetinde kullarına ne der?” diye sorarlar. Adam cevher, tak tak sorulara cevap verir. Mollalar Allaha ısmarladık, deyip gitmek isterler. Çoban da “Yo! Gitmek yok. Durun bakalım” der. “Sizin niyetinizi ben okudum. Eğer ben bilemeseydim siz benden bir toklu isteyecektiniz, kestirip yiyecektiniz. Şimdi ben size bir soru soracam. Eğer bilirseniz size bir çebiç veya tokluyu kesip yedireceğim. Eğer bilemezseniz şu elimde gördünüz çeğmeci yetişebileceği yere kadar bununla döveceğim sizi.” der. Mollalar nasıl olsa bu adam yaşlı bize yetişemez, kaçarız diye düşünürler ve çobana “haydi sorunu sor amca” derler. Çoban onlara şu soruyu sorar: “Çok basit bir soru soracağım, beş vakitte kaç Allahü ekber var? Mollalar birbirlerinin yüzüne bakıp hep birlikte kaçmaya başlarlar. Adam yetiştiği yerde sopayı indiriyor onların sırtlarına.  Koşarak bir rampaya varmışlar, birisi dönüp bakar, adam geliyor mu hâlâ”diye

“Yok ya, oturmuş, gelmiyor.” der. Ötekiler, iyi ki de teravide kaç Allahüekber var? diye sormadı. Eğer onu sorsaydı köyümüze kadar dövecekmiş adam bizi.”derler.  Şimdi öyle değil mi İsmail Hoca, bunu her yerde de söylüyorum, beş vakitte kaç Allahü ekber var? Ya bana sorarlarsa sen biliyon mu diye sorarlarsa. Ben bunun tatbikini yapayım, dedim ve oturup saydım. Beş vakit namaz kıldım, fazları oturup Allahüekberleri saydım. Beş vakit namazda 94 Allahü ekber var. Salat-ı Vitri de koyarsanız 112 Allahü ekber var. Birisi sorarsa mahcup olmayayım diye bunları öğrendim.

70’li yıllar… Ağzın torbaya yakın

Şimdi 1970’li yıllara geleceğim. 1970’li yıllarda Konya’da bir furya esiyor.  At, katır eşek İtalya’ya ihraç ediliyor. Güz mevsimi geldi mi insanlar bakıma muhtaç hayvanlarını araziye salıveriyorlar. Tabbi bunları parasız alıyorlar. Bazılarına da para ödüyorlar. İhracat bol, kârı bol... Köye gönderiyorlar. Üç sene filan sürdü bu Konya’da. Ben İstanbul, İzmir’den döndükten sonra Evdireşe yakınlarında bir arkadaşım vardı, vefat etti. Allah rahmet eylesin. Konya’ya ona misafir geldim. O da süt topluyor, getirip mandıraya veriyor sütü. O yıllarda Konya’ya gelmek çok zordu. Ya at arabasıyla gelecek, ya merkeple gelecek. Vasıta da pek yoktu. Ahım şahım dolmuşlar zaten yok. Bu arkadaşım, Süt toplayacağım İsmail, sen evde otur, dedi. Tabii ben evde kalmak istemedim; “Ben de seninle geleyim!” dedim ve birlikte süt toplamaya çıktık. Yaylapınar, Karaslan, Hasanköyü dolaşıyoruz. Hasanköy’de bir eve geldik. “Ağa, sana bir arkadaş getirdim.” dedi, arkadaş espri olsun diye. Ağa, “Hüseyin misafirin kim lenn!”dedi. O dedi ki “Gilistralı arkadaşım, asker arkadaşım.” Ağa, “Şöyle yanıma doğru gel yaren, hoş geldin!”dedi. Hüseyin, ağa bunun adı da İsmail” dedi. Nerdensin dedi. Ben Gilisralıyım, dedim. Gilistra nerde? Dedim, “Meram’ın şu yukarında, dağların ardında, dağ köyü.” Dedi, “Mağaraların olduğu yer mi lenn.” orası, dedi. “Ulen sen çok kibar konuşuyon.”dedi. Arkadaşım Hüseyin benden evvel devreye girdi, “Efendim arkadaş İstanbul’da, İzmir’de kaldı” dedi. “Ulen yaren, sen iyi sohbet edecek adamsın, ağzın torbaya yakın amma.” Dedi. Ağzın torbaya yakın demek, o zaman iyi okuyan, iyi konuşan insan demekti. Bazıları derler ki ağzı torbaya yakın, hayvan mı bu len? Ama o zaman ağzın torbaya yakın, konuşmaya elverişlisin, demekti. “Ağzın torbaya yakın amma, köyün uzak, yerin uzak.” Dedi. Hüseyin dedi ki “Benim arkadaşı çok sevdiysen, ben sütü toplayayım, mandıraya yıkıp gelinceye kadar arkadaşımı sana bırakayım.” Bana, “kalır mısın?” diye sordu. Kalırım, dedim.”Ülen keşke bırak da hiç gelme haftalarca hay gidi!” dedi. Arkadaşım çekti, gitti. Şimdi adam benim kolumdan tutu. Evin içerisinde büyük bir avlu var. Çardaklar var, samanlıklar var, zahire ambarı var. Adam dedi; “Gördün mü hoca efendi buraları, ben buraların ağasıyım. Dönüm dönüm tarlam var, ama çocukları buraya uyduramam.”dedi. “Hepsi kaçtılar gittiler. İşte burada tarlaları icara veririm, icarı getirirler, şuraya yıkarlar, saman getirirler buraya yıkarlar. Bir ineğimiz bir de atımız olursa onla takur tukur idare ediyoruz.” Dedi. Her tarafı gezdirdi bana. Gezdirirken başımdan geçen bir olayı sana anlatayım, dedi. Anlat Ağa! dedim. Hanım bir gün sabahleyin kalkmış, “Uluırmak’a pazar kurulmuş, git de bir sağır al gel ya, burada duramıyom.” dedi. Ya kadın, kendimizi taşımaya vaktimiz yok, ne yapacan ya” dedim. “duramıyom, git al gel. Sabahleyin yaylıyı koştum gittim pazara. O gün gerçekten orda pazar kuruluyormuş. Ben, “Kel kör bir inek beğendim, kardaşım dağ malı yanlış anlama sen de dağlısın ya dağ malı azılı oluyor, gelmiyor.”  “Buzağıyı arabaya tarım gelmez, arkaya çekerim gelmez. Rezillik çöktü. Zaten ipi bir koparsa kaçırsam aramaya da gitmem. 6-700 lira nere giderse gitsin, ardından gitmem. Böyle ağayım, ben.” Yanımda bir adam tebelleş oldu, yanında da bir at var. Yardım ediyim mi? diye sordu. Guzum ben çok uzak gidecem dedim. Yok amca, benim de işim yok zaten dedi. At yanında benimle beraber ineğin arkasına sürdü, köye kadar geldik. Adam salıverilir mi? Hatun bir misafirim var, bir şeyle hazırla!”dedim. Adamı da sen gezdirdiğim gibi gezdirdim. Adamın hoşuna gitti. “Yahu ağa, ben de tacirim yakın vilayetlerin birinde. Benim bu at burada biraz kalabilir mi?” diye sordu, ben de biz inip bakamıyoruz, yemin suyunu bol ver istediğin kadar kalsın dedim. Adam bi daktı İsmail’im iki güne bir gelir 2-3 at getirir bağlar, katır, merkep getirir bağlar. Ağa demez, dayı- yenge ben geldim der, getir guzum bağla deriz. Çumra’ya gidiyorum dayı, der. Tamam, guzum bağla deriz. Yedirip içiriyoruz, para pul yok tabii. Helali hoş olsun, onun derdinde değiliz. Her geldiğinde bize de sitem eder, benim memlekete bir gelmediniz diye. Ha gel de ben de size bir hizmet edeyim.”der. Böylece aradan iki sene filan geçti. Hanıma dedim ki; “ Şu yeğen ısrar edip duruyor, bir gedelim.”  Ne görecen elin memleketinde… Yok ya ısrar edip duruyor, gidelim” dedim. Neyse bir bilet aldık düştük yola. Adam memleketindeki filan kahve demişti, kahveyi aradık bulduk. Hanıma dedim ki şen şurada bekle ben bir gidip bakayım, dedim. Kahveye girdim. Yakın vilayet diyor da 350 km.lik bir vilayet. Girdim içeriye, bizim yiğen masanın başında. Selam verdim, yeğen ben geldim, adımı da söyledim.

Sen kimsin dedi, ben seni bilemedim.

Nasıl bilemem guzum, ben Garaslanlı İsmail ağan. Hani eşek bağlan at salan. Nasıl bilemedin.

Yok, ben öyle bir adam görmedim, bilemedim, dedi.

Yanında cavır cavır baktım ama umursamadı. Gayrı hanımı çağırdım, “gel gız bakayım” dedim. Bana, “benim kahvede ne işim var?” dedi, girmek istemedi. Zorla içeri soktum, şuna bak bizim yeğen bu mu değil mi?” “Bu” dedi. Ben dedim ki “bu değilmiş. “Nasıl olur ya!” dedi. O gün orda rezil olduk. Bir otel bulduk, kaldık. Sabahleyin yola düştük köyümüze geldik.

Adamın yüzsüzü de böyle olur, İsmail’im. Aradan üç ay geçmeden bizim kapı çalındı, “Dayı ben geldim, dedi” bizim yeğen çıktı geldi. Elinde bir akvaryum var; ama benim yedi cinler kafamda. Yanında da güzel bir at getirmiş. At getirdim, bağlacam Çumra’ya gidecem, diyor. Geldiysen hoş geldin, bağla guzum dedim. Hanımı gene pencereye çağırdım; “Hanım, bizim şu yeğen değil mi, bi bak!” Bu ya dedi. Tamam, ben buna bir Konya külahı giydirecem. Hanım yalvardı, yapma etme elin garibine, dedi. “Sen garışma, dedim.” Adam atı bağladı gitti. Bizim de bir at var ki çok cılız, zayıf bir at. Yem olmadığından değil bakamadığımızdan, aklımıza geldiği zaman ahıra iniyoruz. Bu yüzden at çok zayıf. Aklıma koydum ya ona ben bir Konya külahı giydirecem, onun atını benim atımın yerine, kendi atımı da onun yerine bağladım. Aradan birkaç saat geçti, bizim yeğen çıktı geldi. “Dayı ben geldim”, “Hoş geldin guzum, gel yemek hazır.” Dedim.“Yok, dayı ben yemecem. Filan yerde çok işim var, atı alıp gidecem.”dedi. “Al guzum, bağladığın yerdedir, dedim.”  Girişiyle çıkışı bir oldu, “Dayı bu at benim değil dedi.” “Senin guzum!” “değil dayı, yanlışın var, bu at benim değil.” “Senin guzum, bizim atımız yok, arabamız yok.” dedim. “Yok, dayı, bu at benim değil” diye köpürüyor, göklere çıkıyor. Hatuna dedim ki “Sen inme!” Aşağıya yanına indim. Yukarıdan hanım yalvarıyor, “yapma, etme elin adamına, salıver atını, diyor.” Ona, “sen garışma dedim” Bizi taa oralara çağırıp da tanımayan adam bu külahı giymesi lazım.” İndim adamın yanına, “Bizim iki kanatlı kapının küsükleri oluyor, onu yanıma aldım. Ona dayandım; “guzum bu at senin” diyorum o da diyor ki “yok dayı, benim değil.”diyor.”Ulen gabış dedim. Oraya giden dayını tanımam, buraya gelin atını tanıman. Seni bana sayı ile mi verdiler len” dedim küsüğü bunun omzuna bir indirdim adam yere düştü. Yukarıdan hanım, “ulen öldürdün elin adamını” diye bağırıyor. Ölecek yerine vurmadım, ense köküne vurdum.”dedim. Adam kalktı, bir daha at benim değil demedi, atına bindi gitti. O zaman da “annah” didik.



Alamancı Mehmet Ağa

Şimdi bu tip olaylar çok tabii. 70’li yıllarda İstanbul- İzmir’den Konya’ya döndükten sonra hem köyün kâtip işlerini yapıyorum hem de ticaretle uğraşıyorum. Bizim burada orman çok olduğu için orman şefliği var, orman işlerine bakıyorum. İki tane de elimizde kamyonumuz var. Sabahleyin erkenden arkadaşın biri beni Hatunsaray’a bıraktı. Orada Kâmil Ağa var, dükkânında oturuyoruz. Öbür köyden gelen bir arkadaşımız Mehmet Ağa da geldi. Yabancı köylüler de var. Şimdi bizim Mehmet Ağa geldi, kırsalın insanı içindekini fazla tutmaz. Şimdi bizim Mehmed Ağa geldi, elinde iki paket var. Tak diye masanın üzerine koydu. “Kamil Ağa, bu baklava kutusu bu da gıravat, kırmızı gıravat.” dedi. “Eniştemin selamı var, bunları alacan benim işi hazırlayacan” dedi. “Benim Almanya’ya kâğıdım çıkmış,” dedi. Aslında Kamil ağa baklavayı sever, şöyle bir baktı: “Senin eniştene de sana da… Çık dışarı!” dedi. Adama çok kötü şeyler söyledi, azarladı. Adam, mahcup oldu, çıktı gitti. O gittikten sonra Kamil Ağa’ya dedim ki “ Almanya’ya gidecekmiş. Cavur parasını yese ne olur? Ben bu adamı tanıyorum, garibanın biri yapıverseydiniz işini. Bunlar konuşmayı pek beceremezler. Lafın nereye varacağını bilmez. Samimiyetinden söyledi, sana onu.” dedim.

Sonra da üzüldü. “Tanıyorsan git bul gel.” dedi. Kardeşim elin arazisi zaten nereye gitti bilemedim.  “Aradım taradım bulamadım.” dedim. “Beşiğime mi kalktı, boş ver!” dedi. Baktım adam sert. Akşamüstü köye döneceğiz, baktım o da geldi.  “Dedim, nereye kayboldun? Seni akşama kadar aradım, bulamadım. Kamil Ağa’ya tam işini yaptıracaktım ki kayboldun! Getir de yapıvereyim dedi.” Dedim. “Yahu gardaşım, ikindi vakti, ağacın altına oturdum. Baklavayı yedim. Gıravat da burada. Ya gardaşlık, hakkaten yaptıverecek miydin? Dedi. Ben de “Yarın gel de yaptırıvereyim.” Dedim. Ülen şimdi adama söz verdik. “Bu modern baklavayı bırak da yengeye evde güzel bir baklava yaptır. Sabahleyin çık kamyona gidelim. Gıravatı da unutma!” dedim. Adam sabahleyin çıktı geldi. Mesele şu imiş. 3 çocuktan fazlasını Almanya almıyormuş. Adamın iki çocuğu var kayıtlı. Bir çocuğu var kayıt yapılmamış. Sonradan ikiz çocuğu olmuş. 5 tane çocuk olmuş. 5 çocuk olunca Almanya kabul etmiyormuş. Kamil Ağa’ya dedim ki bunun çaresi var. Kayıtsız olanı da yaz. İkiz olanları kaydetme. Dedim. Aman abi, istersen hiç yazma, hiç çocuklarım olmasın yalnız ben Alamanya’ya gideyim diyor adam. “Adamın işini yap.” Dedim. “Bak İsmail, bunları bilmezsin. Bunlar şimdi burada  abi ara pul istemem, çocukları da yazma. Alamanya’ya gideyim der. Oraya varınca, “Abi benim 5 tane çocuk var, ahırda 2 tane de eşek var. Onları da yaz, der. Markı gördü mü böyle yaparlar.”dedi. Şimdi adamı gönderdik. Annah! dedirtecek olaya bak! Bir sene sonra Mehmet ağa geldi. Dispanserin oralar bizim yöremiz. Bir baktım bir kalabalık toplanmış bir yere. Ben de domates kasası götürüyorum. Kalabalığı görünce şöyle baktım. Başında fötr şapka olan kısa boylu bir adam, üzerinde bir de mont var. Baktım bizim Mehmet Ağa. Şöyle kasayı bir kenara bıraktım, yanına vardım. “Hoş geldin Mehmet Ağa” dedim. Adam, yüzüme şöyle bir baktı; “Ben seni tanıyamadım.” dedi. Ben de “annah !”dimissim. “Yahu Mehmet Ağa, nasıl tanıyamadın beni!”, “tanıyamadım.” dedi. “Ülen Mehmet Ağa, demek ki Kamil Ağa’nın dediği doğruymuş. Ahırdaki eşekleri de yazdırdın değil mi?” dedim.

Kaynak:http://www.konyayenigun.com/haber/88798/ANNAH_DIMISSIM.html