M.Ulutürk |
Yazar
yerinde “Vakıf”tır, şimdikilerinse “Makıf” dediği pek de büyük olmayan
bahçemiz, suları o yıllarda hiç kesilmeden akan Meramderesinin kenarındaydı. Annem
babam ve aynı evde vefatlarına kadar birlikte yaşadığımız Mehmet Dedem ve Zehra
Nenem’le çocukluğum boyunca kayısı ağaçlarıyla dolu o bahçeye gittim. Bahar
geldi mi, karşı bahçede sıra sıra kocaman susamlar açardı. Çayın azgın
sularının filan tarihte bir çocuğu alıp götürdüğüne dair büyüklerden duyduğum
ve aklımdan hiç kovamadığım düşünce beni suya yaklaştırmaz, birkaç metre
gerisindeki göğerik ağacına yaslanır otururdum. Kavak ağaçlarının gölgesi geçip
gittikçe yeşilin onlarca tonu çıkardı ortaya. Radyoda “arkası yarın” dinleyip kaneviçe
işleyen ablalarımla arkadaşlarından duyardım yeşilin başka renklerini de; acı
yeşil, kara yeşil, açık yeşil…Çim kokusu, tavını henüz almış toprak kokusu,
önümden akan suyun kokusu, elma çiçeklerinin kokusu, karşıdaki susamların
kokusu, bahçenin çimenliğini yapraklarıyla boydan boya örten kocaman ceviz
ağacının kokusu… Kokular ve renklerden sonsuz cümbüş olurdu ilkbaharla sonbahar
arası.
Mandallar,
puştalar açılır bunların araları merizlerle ayrılır, ağaçlar budanırdı. Bir
oraya bir buraya koşturulur, çay için işe ara verildiğinde bizim gibi bahar
hazırlıkları yapmaya gelmiş bahçe komşularıyla hasbihal edilir, Dutlu Kırı ile
Hocacihan bağlarına bir fırsat bulup da gidilemediği muhakkak dile getirilirdi.
Uzaktı oralar ve herkesin arabası atı yoktu. Dutlu kırı şuracıktaysa da
Hocacihan’daki bağlara gitmek için illa bir araya gelinirdi. Yılda bir defa
baharda üzüm budamaya, sonra sonbaharda bağbozumuna. Etrafına badem ağaçları
sıralanmış çukur bağlar ne çoktu oralarda. Bağbozumu zamanlarının ve Eylül
sözününbendeki etkisi hep masal tadındadır. İlkinin mor ve sarı renkleri,
diğerinin yakmayan sıcağı, üşütmeyen soğuğu vardır.
Delibeylerin
Ahmet Dede’yi namaz vakitleri haricinde her daim bahçesinde ve kimi görse tiz
sesiyle hayırlar dilemede görürdük. Selamsız geçen kimse olmazdı çayın kenarından
uzayıp giden yolda. Omuzuna beli uzatıp bahçesine giden bir adam, ardında
eskimiş camadanı ve mor donu ile yürüyen bir kadın. Mor don, eskimiş şalvarın
diğer adıdır. Camadan, önünde ince bir iple arkaya doğru bağlanan gömlek gibi
bir şey. İş kıyafetinin adıdır kadında. Orta yaşı çoktan geçmiş kadınlar pek
bakımsız görünürlerdi bana.
Kahverengi
üniforması ve beline takılı copuyla kolcu, çayın derin yerlerine yüzmeye yahut
bahçelerden çağla, salatalık, çilek çalmaya gelmiş olması muhtemel çocuklar için
gezinir dururdu. Tahsili yoktu ama otoritesi çoktu kolcunun.
Bahçe
tavındayken günler öncesinden bellenir, toprak buhara durduğunda işler sıraya
dizilirdi. Bahar aylarında hafta sonları bahçe işi ile başlar,
Kasım ayazlarına kadar sürerdi. Güz gelince, yapraksız kalmış kayısı
ağaçlarının altında öylece kalan kocaman göbekli lahanalara bakar garip bir
yalnızlık hissine kapılırdım. Kışın çok sığırcık olurdu. Yerden kalkmayan kar
yüzünden yiyecek arayan karga sürüleri bir de. Çay donunca da yeşil başlı
ördekler inerdi. Belli bir zaman aralığında gelen göçmen kuşların dereyi
konaklama için kullandıklarını çok sonra öğrendim. Şimdi hepsi başka yerlere
gittiler.
Kasaba
ile şehrin karıştığı bir yerde, bahçeler içinde büyümenin anlattırdığı pek
muhtasar şeylerdi dediklerim. Meram ve çevresinde çocukluk yaşamak, yediğim
kayısı kurusu tadındadır. Yılın bütün mevsimleri daima iç içedir.