İsmail Detseli'nin bir yazısından...
Konya’mızın
türkülerine konu olan, efsanelerinde adı sıkça geçen Konya’ya batı yönünden bir
kartal edasıyla bakan ünlü dağı Loras ile tanışmam 1970’li yıllarda oldu.
Aslında benim doğup büyüdüğüm köyüme yol takip etmeden dağlardan gidilirse
azami 15- 20 km. kadar bir mesafe vardır. Çocukluğumdan beri gezme fırsatı
bulamadığım, havası güzel tavşanı kekliği bol olan bu efsane dağı 10 yıllık
gurbet hayatından sonra tekrar köyüme, yuvama dönüp de av merakım depreşmesinden
sonra, yakından tanıma ve avlanma imkanına kavuştum. İyi ki de bulmuşum. Yoksa
o güzellikleri, o avları, o tarihi manastırını, zirvesindeki yalçın kayalarını,
kuzeyindeki bol sulu derelerini nereden bilecektim?
Küçücük
yaşlarımda ismini hafızama kazımış, merak eder olmuştum. Köydeki evimin kuzeye
bakan penceresine oturur o koca Loras’ı seyreder, hep düşünürdüm.
Lorastan
bir bulut ağdı,
Sulu
sepen karlar yağdı,
Yolcularım
hanlarda kaldı
Kaldım
evlerde yalınız yalınız
diye
Konya’nın kocaman konağında kocası asker olmuş, çaresiz kalmış, korkuya kapılan
allı gelini düşünür üzülürdüm. 1970’li yılların sonlarında köyden göçüp
geldiğim Konya’dan Loras’a ulaşmam, onunla hemhal olmam daha kolaylaştı, daha
sıklaştı. Bu dağın zirvesi kadar etekleri de verimlidir. Gezip görmeye değer
tarihi yerleri, yaylaları, yaz kış ağılları, buralarda kışlayan yazın yayla
yaylayan Konya’nın Dere Mahallesinin vefakâr insanı vardır.
Bu
dere Mahallesi, eski adıyla Dere Köyü, sonraki adıyla Dere Belediyesinin insanları
çok akıllı ve çalışkan insanlarmış. Nereden bu fikre sahipsin derseniz, Konya’nın
batı kıyısındaki bu yerleşim yerinin Sefaköy Kasabası, Sulutas, Başarakavak ve
Değirmenköy ile Çayırbağı ve kayalı köyleri arazisinin hudut teşkil etmesi bu
kanıya vardırır insanı. Ayrıca bu çalışkan insanlar bu dağlara sahip oldukları
gibi, Aksaray yolu üzerinde bir mevkide Kervanköy adıyla bir köy ve yakınındaki
Sülemiş adındaki bir yaylada ikamet ederek buralarda da büyük ekim arazilerine
sahip olmuşlar.
Şimdi
biz gelelim konumuz olan Loras’ı anlatmaya. Buranın dolaplı yaylası var ki, bu
yaylaya eskiden iki üç aile çıkardı yayla zamanı. Burada akarsu yoktur. Çünkü Loras,
bünyesinde gizlediği tatlı sularını derinden bir yol ile Konya’ya
aktarmaktadır. Konya’ya geldiğim ilk yıllarda bir bahar günü, gençliğin ve
merakın verdiği hevesle avlanmak için omzumda silahım, yanımda av köpeğim ver
elini Loras deyip yollara düştüm. Krom fabrikasını geride bırakıp zirveye doğru
tırmandıkça iştahım arttı. Yorulmak aklımın köşesinden bile geçmiyordu ki o
zamanlarda. Loras’ın doğuya bakan zirveye yakın yerindeki doğal mağarayı gözüme
almıştım. Orayı çok merak ediyordum. Çünkü hiç çıkmamıştım bu ta uzaklardan
kara bir efsane gibi görünen yere.
Bir
taşın dibinde oturdum. Sigara içerken yakınlardan sesler gelmeye başladı
kulağıma. Sesin geldiği tarafa baktım, yaylaya göçmekte olan bir yük kervanı. Eşeklere
yayla yükleri yüklenmiş, inekler, danalar arka arkaya dizilmiş. Eşeklerin
yükleri turfan çanak çömlek. Yani yaylada süt, yoğurt ve yağ için elzem olan
şeyler. Kervanın başında Dereli hanım kardeşler var. Hepsi de cesur, mert birer
erkek edası ile korkusuz yola çıkmışlar zaten. Onları yakından takip eden,
davarlarını otlatarak gelen beyleri de civardalar. Bu tür yayla göçlerine
alışık olmamdan dolayı o gürültünün olduğu yere doğru yürüdüm. Bir eşek, sırtındaki
nazik yüke rağmen bir kayanın dibinden geçerken kayaya çarpmış devrilmiş.
Lüzumlu olan edevat kırılmış, merkep de uçuruma yuvarlanmış. O kardeşler benden
yardım filan istemediler. Ancak ben de bu işlerde acemi olmadığım için hemen
yanlarına vardım. Yardım etmek istediğimi söyledim. Her ne kadar samimiyetimden
şüphelenen hanımlar başlarındaki Dere hanımlarına has “yerveş”lerini (bu, sadece
Dere kadınlarının başlarındaki eşarbın üzerine örtünüp sırtlarından ta diz
altına kadar inen bir örtüdür) ağızlarına dolayıp kenara çekildiler. Ben
merkebi uçtuğu yerden kaldırdım. Neyse ki onların korktuğu olmamıştı. Eşek
yaralı olmasına rağmen yürüyebiliyordu. Kırık çıkık yanı yoktu. Merkebi
kurtardık. Ben yoluma, onlar da yollarına gideceklerdi ki, dolap atı yok gıı? Nire
getti diye birbirlerine bakışıyorlardı. Merak ettim, dolap atı nedir bacım
dedim? O hengamenin arasında bacı haklı olarak bana; “şimdi anlatması uzun olur
gardaşım, bir gün bu dolaplı yaylaya yolun düşerse gel, sana hem kaymak
yedirelim hem de dolabı ve atı gör dediler.” Ben o gün neşeli bir av yaptım
artık dağa çıktığım yerden değil de daha kuzeyinden Apa barajının gömgök görünen,
ışıldayan suların yakamozlarının bana gülümsediği tarafından inmek istiyordum.
Eberdes
Aslında
buraya yakın çok yayla vardı Derelilere ait. Sararlı Yaylası, Yazdağıl Yaylası
gibi. Buralarda yaz kış oturan olur ama Dolaplı ve Eberdes’te daha başka
ağılların olduğu yerlerde kışları oturan olmaz köye inerlerdi. Eberdes, Loras Dağının
eteğinde, konumu itibarıyla birçok yere hakim bir tepedir. Kuzeyden Yazdağıl Yaylasını,
doğudan Belen Başı Akyokuş tepesini, yine doğu ya bakınca Sararlı Yaylasını,
baraj bağlama yerini, Dere’ye ismini veren Dere Boğazını ve ilk elektrik
santralını, güneyde ise uzun bir dağ silsilesi ile köyleri gören yaylanası
eğlenilesi bir yerdir.
Yeşil
ekinlerin gözümü aldığı bazı yerleri, hasar görmüş bir ağılı, aynı zamanda
çeşmesi olan bir güzel yeri görünce çeşme başına oturdum. Dirseğimi kafama
yastık yaptım. Etrafı seyrederken bir ses duydum. “Hey avcı arkadaş! gel sana
bir yorgunluk çayı vereyim” dedi. Yanına yaklaştım. En az yetmiş yaşında,
aksakallı ama dinç ve zinde bir pirifani. Nerelisin diyecekti ki, baktım benim
Lalebahçe de yeni yeni tanımaya başladığım komşularımdan birisi. Dereli Alettin
Emmi. Şaşırdım ve “ooo Alettin emmi sen ne ararsın buralarda?” Dedim. bunu
duyunca derinden bir off çekti ki ben de üzüldüm. “Oğlum Ismayıl, biliyorsun
ben Dereliyim. Lalebahçeye sonradan geldim senin gibi. Ama tabi burada da çok
eskileştim. Oğlum Mevlit var çoluk çocuğu olmadı. Bu gördüğün ağıl yayla benim.
Buraya Eberdes yaylası deriz. Buralara kan eksen can biter, havası hoş suyu hoş.
Bu tarlaları eskiden eker diker harman kaldırırdım. Şimdi gücüm yetmez oldu.
Kiraya veriyorum ama buralara alışık olduğumdan bu havayı almadan, bu suların
tadına varmadan yaşayamıyorum. Aklım hep bura kalıyor işte. Mevlit’e derim, beni
baharda buraya getirir, birkaç gün hevesimi alırım gelir alır gider” dedi.
Oturduk, sohbet ettik. Tavşankanı çayı içtik. Ayrılacaktım, “bir diyeceğin var mı
Lalebahçe’ye Alettin Emmi” dedim? “Yok, çokça selam söyle herkese, ben birkaç
gün daha galacağım. Odun var, ekmek var, soba var. Orada Dereli Hasan Savca’ya
beni burada gördüğünü söyle. Gidi bana inanmaz, Eberdese gittim derim de”, diye
tembih etti. Ardından da “Ismayıl Efendi, herkesin bir hevesi var. Sen ava
meraklısın, ben de buralara hevesliyim.” “Buraların nesini özlüyorsun Alettin
emmi? dedim. “Nesini özlemem Ismayıl’ım buradaki havayı, suyu. Eskiden buranın
ağıllarındaki keçi gübresi bile çok meşhor idi. Gonya’da keçilerin gığısı (gübresi)
Meram pelidi gibi olurdu. Adam birini eline aldı da ufaladı mı (ezdi mi) sanki
eline gına yakmış gibi hissederdi. O b..un kokusu, rengi bile başkaydı” deyince,
onun ne demek istediğini çok iyi anlamıştım. Sonraları Alettin Emmi daha çok
yaşlandı, Eberdes’e filan gidemez oldu. Beni görünce, Ismayıl oğlum, artık
yaylaya gidemez oldum. Şayet oralara gidersen benden dağına taşına kurduna
kuşuna selam söyle. Soğuk sularından benim için iç” derdi. Allah onlara, oğluna,
Hasan Amcaya ve bütün ölenlere gani gani rahmet eylesin. O gece eve geç geldim
ama dolu gelmiştim. Çünkü av çantamda iki tavşan bir de keklik vardı. Ertesi
gün mahalle bakkalına vardım. Alettin Emmi’nin oğlu Mevlit de geldi Hasan Emmi
de. Ben Mevlit’e babasının selamını söyleyince, merhum Mevlit hemen; “aha işte
gördün mü, şahit yanımda. Babam Eberdes’te derdim bana inanmazdın. Hay sağol
gardaşım Ismayıl. Çok eyi bir habar getirdin bubamdan” diye sevinmişti.
Daha
sonraları bu çok sevdiğim Dere Mahallesinden bir çok güzel arkadaşlar edindim.
Bunlardan en sevdiklerim şimdi Batman üniversitesinde Öğretim Üyesi Yrd. Doç.
Dr. Muammer Ulutürk kardeşim, Medaş’ta yıllarca beraber çalıştığımız mesai
arkadaşım Bekir Ayzit (ibişlerin Bekir) daha birçok can dostlarım var. Halen samimiyetimiz
devam ediyor hepsiyle. Dere’ye olan tutkum, daha sonraları bir sevdaya dönüştü.
Çünkü buradaki santralde de çalıştığım kurumun görev vermesi ile uzun süre
şoför olarak çalıştım ve bu gizemli vadiye doyamadım. Şimdilerde fırsat
buldukça gezmek için halen giderim.
Sonra
yine bir güz mevsimi ava çıktım, Dolaplı Yayla’ya doğru uzandım. Daha yayla
inmemişti ama artık köye göçme zamanı yakındı. Şöyle gerilerde durup çobanların
öğleye doğru davarları ile gelmelerini bekledim. Çobanlar gelince yaylaya doğru
vardım ve geriden köpekler sarmasın diye seslendim. Bir çoban gelip beni köpeklerden
korudu. Yayla evine oturup misafir oldum. O ilk yaylaya geldikleri gün ki
eşeğin devrilmesi konusunu açtım. Onlarda; “ha seni bekliyorduk, sen mi yardım
etmiştin bizim hanımlara sağ olasın gardaşım” dediler. Evet dedim. Dolap atını
merak ettiğimi söyledim. Adam beni dışarı çıkardı ve boğazında hamıt ve yanında
yan kayışları bulunan bir beyaz atı gösterdi. “İşte aradığınız at bu idi. Nire
gidecek? Bu yayla beyaz atı, o da bu yaylayı ve dolabı bilir. Onun için buraya
gelmiş eve girmiş yerine yatmış. Kaybolmaz bizim malımız buraları bilirler”
dedi ve hemen atı bir dönme dolaba koştu. Dehhh! Dedi. At başladı bir kuyu
etrafında dolanmaya. O dolandıkça kuyudan su çıkıyor, yanındaki bir kurnaya
boşalıyordu. İşte bu atın görevi bu akşama kadar kuyudan su çekmekti. Burada
akarsu olmayınca bu suyu kullanır yaylacılar. “Peki at yorulmaz mı?” diye
sordum. “Yorulunca durur, su azalınca yayladan herhangi birimiz deh deriz o
dönmeye ve suyu çıkarmaya devam eder, ondan dolayı burası Dolaplı Yayla’dır”
dedi, merakımı giderdi. Bacılarım verdikleri sözü yerine getirdiler, kaymak ve
kaymaktan yapılmış höşmerim ikram ettiler. Yedim, onlara veda edip ayrıldım.
Bu
tür hatıralar insanın benliğinde yer ediyor ve nihayet kalemle yazıya dökülürse
güzelleşiyor.