27 Ekim 2012 Cumartesi

Kayısı Kurusu



M.Ulutürk
İş yerimdeki mini buzdolabında unuttuğum kayısı kurusu kesesini çıkarıp özenle bağlanmış ağzını açtım. Derin derin kokladım. Çocukluk günlerimin unutulmaz sahneleri yüreğimin gizli delhizlerinden koşturup geldiler. Annemin “elma kakı, yonüz eriği” deyimi kulağımda çınladı. Uzun kış gecelerinin misafirliklerinde türlü türlü çetnevir olacak değildi ya şimdiki gibi. Muhabbet sofrasını meyve kuruları, iğde, ceviz, badem, yayla alıcı, izbelerde saklı elma, armut ve ayvadan mürekkep ikramlar süslerdi.
Yazar yerinde “Vakıf”tır, şimdikilerinse “Makıf” dediği pek de büyük olmayan bahçemiz, suları o yıllarda hiç kesilmeden akan Meramderesinin kenarındaydı. Annem babam ve aynı evde vefatlarına kadar birlikte yaşadığımız Mehmet Dedem ve Zehra Nenem’le çocukluğum boyunca kayısı ağaçlarıyla dolu o bahçeye gittim. Bahar geldi mi, karşı bahçede sıra sıra kocaman susamlar açardı. Çayın azgın sularının filan tarihte bir çocuğu alıp götürdüğüne dair büyüklerden duyduğum ve aklımdan hiç kovamadığım düşünce beni suya yaklaştırmaz, birkaç metre gerisindeki göğerik ağacına yaslanır otururdum. Kavak ağaçlarının gölgesi geçip gittikçe yeşilin onlarca tonu çıkardı ortaya. Radyoda “arkası yarın” dinleyip kaneviçe işleyen ablalarımla arkadaşlarından duyardım yeşilin başka renklerini de; acı yeşil, kara yeşil, açık yeşil…Çim kokusu, tavını henüz almış toprak kokusu, önümden akan suyun kokusu, elma çiçeklerinin kokusu, karşıdaki susamların kokusu, bahçenin çimenliğini yapraklarıyla boydan boya örten kocaman ceviz ağacının kokusu… Kokular ve renklerden sonsuz cümbüş olurdu ilkbaharla sonbahar arası.
Mandallar, puştalar açılır bunların araları merizlerle ayrılır, ağaçlar budanırdı. Bir oraya bir buraya koşturulur, çay için işe ara verildiğinde bizim gibi bahar hazırlıkları yapmaya gelmiş bahçe komşularıyla hasbihal edilir, Dutlu Kırı ile Hocacihan bağlarına bir fırsat bulup da gidilemediği muhakkak dile getirilirdi. Uzaktı oralar ve herkesin arabası atı yoktu. Dutlu kırı şuracıktaysa da Hocacihan’daki bağlara gitmek için illa bir araya gelinirdi. Yılda bir defa baharda üzüm budamaya, sonra sonbaharda bağbozumuna. Etrafına badem ağaçları sıralanmış çukur bağlar ne çoktu oralarda. Bağbozumu zamanlarının ve Eylül sözününbendeki etkisi hep masal tadındadır. İlkinin mor ve sarı renkleri, diğerinin yakmayan sıcağı, üşütmeyen soğuğu vardır.  
Delibeylerin Ahmet Dede’yi namaz vakitleri haricinde her daim bahçesinde ve kimi görse tiz sesiyle hayırlar dilemede görürdük. Selamsız geçen kimse olmazdı çayın kenarından uzayıp giden yolda. Omuzuna beli uzatıp bahçesine giden bir adam, ardında eskimiş camadanı ve mor donu ile yürüyen bir kadın. Mor don, eskimiş şalvarın diğer adıdır. Camadan, önünde ince bir iple arkaya doğru bağlanan gömlek gibi bir şey. İş kıyafetinin adıdır kadında. Orta yaşı çoktan geçmiş kadınlar pek bakımsız görünürlerdi bana.
Kahverengi üniforması ve beline takılı copuyla kolcu, çayın derin yerlerine yüzmeye yahut bahçelerden çağla, salatalık, çilek çalmaya gelmiş olması muhtemel çocuklar için gezinir dururdu. Tahsili yoktu ama otoritesi çoktu kolcunun.
Bahçe tavındayken günler öncesinden bellenir, toprak buhara durduğunda işler sıraya dizilirdi. Bahar aylarında hafta sonları bahçe işi ile başlar, Kasım ayazlarına kadar sürerdi. Güz gelince, yapraksız kalmış kayısı ağaçlarının altında öylece kalan kocaman göbekli lahanalara bakar garip bir yalnızlık hissine kapılırdım. Kışın çok sığırcık olurdu. Yerden kalkmayan kar yüzünden yiyecek arayan karga sürüleri bir de. Çay donunca da yeşil başlı ördekler inerdi. Belli bir zaman aralığında gelen göçmen kuşların dereyi konaklama için kullandıklarını çok sonra öğrendim. Şimdi hepsi başka yerlere gittiler.
Kasaba ile şehrin karıştığı bir yerde, bahçeler içinde büyümenin anlattırdığı pek muhtasar şeylerdi dediklerim. Meram ve çevresinde çocukluk yaşamak, yediğim kayısı kurusu tadındadır. Yılın bütün mevsimleri daima iç içedir.